27 Ocak 2012 Cuma

Platon'ik


Bir varmış bir yokmuş... Ya da diğer bir de varmış.
Evvel zaman içinde kalbur'un saman içinde olduğu yıllardan biraz daha önce, Akdeniz'in güzel plajlarıyla ünlü ülkelerinden,  şimdiki adıyla Yunanistan eski adıyla Antik Yunan'ın Atina vilayetinde bir genç yaşarmış. Gerçek ismi Aristocles olan bu genç adama arkadaşları Latince"geniş omuzlu" anlamına gelen Platon derlermiş. [Kendisinin de hoşuna gitmiş olacak ki, böyle bir lakabı istemediğine dair veya arkadaşlarıyla bu yüzden kavga ettiğini söyleyen herhangi bir kayda rastlanmamıştır.]

Platon yaşıtlarından biraz farklı olarak matematik ve hocası Sokrates’in etki ve telkinleriyle felsefe konularıyla haşır neşir olmuş. Durmadan okur, çözer, düşünür, kendi kendine sorular sorup cevaplar verir, sokakta, pazarda, bağda, bahçede gördüğü insanlara enteresan sorular sorup bir şeyler anlatır, onların anlattıklarını da dinlemeyi ihmal etmezmiş. Bu koşuşturma ve konuşturmalardan arta kalan zamanlarda Akdeniz’in mavi sularında serinler, sonra bir zeytin ağacının gölgesinde çayını yudumlar sonra şekerleme yapar hülyalara dalarmış… Yine o şekerleme yapıp hülyalara dalarmışlardan birinin sonundayız...

Hayatında bundan sonra geçecek uykusuz geceleri hesaba katmadan gözlerini ovalayarak, ellerini iki yana doğru açıp"ııuuaaaa!" gibi, bir filozof adayına yakışmayan sesler çıkarırken, belini sağa sola çevirip kıtırdatarak uyanma evresinin kombosunu tamamlamaya çalışıyormuş. Son kıtırdatmada yani tam 90 derecelik açıdayken onu görmüş…
Ufuk çizgisinde görünen sıcak hava gözlerinde Meksika dalgası yaparken Plüton’un kızıl saçları, serseri dalgalar üzerinde süzülen bir yelkenli gibi yol alıyormuş.O andan sonra olanları ağır çekimde takip eden Platon gördüğü güzellik karşısında ömrünün son dakikalarını yaşayan bir kelebeğin halet-i  ruhiye’sine bürünmüş ve son saniyelerinin keyfini çıkarmak için gözlerini Plüton’a çevirerek kendisini rüzgarın koynuna bırakmış.
Plüton;  
kızıl saçları, 
kırmızıya çalan gözleri, 
Amasya elmasını kıskandıran elmacık kemikleri, 
taze bir fındığı dalından düşürecek güzellikteki burnu 
ve 
çileklere nasıl olmaları gerektiğinin dersini veren dudaklarıyla 
dünya’nın ve Platon’un yörüngesini kaydırmış.  Zeyna’yı kıskandıracak derecede atletik olan bu hatun kişisi aslen Plütonluymuş.[ Zaten bu özelliklerin bir kızda toplanıp bir araya gelmesi için aslen Plüton’lu olması ama Marsta büyümüş olması gerekir.] Plüton’a ismini babası ve koloni başkanı olan Paraton vermiş.  Paraton amcası ölünce koloninin başına geçmiş. Çünkü Plüton yasalarına göre taht amcadan yeğene geçmekteymiş. [varis olarak ortada bir yeğen olmaması ihtimaline karşı, ne olur ne olmaz diyerek küçük bir erkek çocuk yeğen olarak evlatlık alınırmış.] Amcasının zamanında başlayan iklim değişikliği ve küresel soğuma Paraton zamanında daha da şiddetlenip artarak devam etmiş.Plüton halkı soğuktan ölmeye ve ülke yavaş yavaş buz tutmaya başlayınca yaşanılmaz bir hal alan gezegenden bütün koloni gemilerine atlayarak Marsa göç etmişler. Marsta yeni bir hayata başlayan Plütonlular yeni yerlerine alışma ve eski yerlerini özleme arasında duygu çatışması yaşarken, küçük bir kız çocuğunun dünyaya! gelmesiyle moralleri bir nebze olsun düzelmiş. Baba Paraton kızının adının ne olacağını hiç düşünmemiş. Çünkü, gezegenden ayrıldıkları gün kızının adını zaten koymuş.  Eski Plüton yeni Mars halkı bu habere çok sevinmiş. Aynı zamanda da çok duygulanmışlar. Anlayacağınız nur topu gibi yeni bir duygu çatışmaları olmuş.

Plüton göz açıp kapayıncaya kadar, bütün çocuklar gibi düşe kalka büyümüş ve artık genç bir kız ve tam bir afet olarak gelişimini tamamlamış.Alışveriş yapmayı galaksideki bütün hemcinsleri gibi çok seven Plüton ara sıra da diğer gezegenleri gezip görmeye bayılırmış.Bu gezip görmeye bayılırmışlardan birinin sonundayız...

Plüton Atina gezisini tamamlayıp taş yoldan gemiye doğru ilerlerken, Platon kendi çağdaşları olan heykellerden biraz farklı olarak ağzı açık duruyormuş,o ana kadar yunan topraklarındaki hiçbir kızın kendisini bu kadar etkilemediğini ve yaşadığı bu duyguyu daha önce hiç yaşamadığını fark etmiş.Böyle bir şeyin bir gün mutlaka başına geleceğini biliyormuş. Biliyormuş ama şuan uykudan yeni kalktığı bir anda başına gelmesinin adil olmadığını düşünmüş.  Sonra içinden, “ Aşk dediğin insanı hazırlıksız yakalamalı ki kimin önceden dersine çalışıp, kimin çalışmadığı belli olsun.” Demiş ve kendi tezini çürütmüş.Bu kız platonda ne tez, ne anti tez, ne de sentez bırakmış. Bütün bunları düşünürken belinin 90 derecelik açıyla durduğunu ve ağzının hala açık olduğunun farkına nihayet varmış. Bu şekilde Plüton’un kendisini görüp spastik zannedebileceği ihtimalini hatırlayarak hemen kendine çeki düzen vermiş ve ayağa fırlamış. Boydan giydiği elbisesini düzeltip taş yolun kenarında tam Plüton'un geçeceği yerde bir filozof karizmatikliğiyle durmuş. [enteresan bir duruş tabi] Ve Plüton ceza sahası içine girmiş. Saçlarını rüzgara bırakıp bir sağa bir sola savurmuş. Platon durur mu? O da savrulmaya başlamış, tam devrilecekken yolun diğer köşesine koşmuş. Koşmuş koşmasına da, bu girişimi de Plüton için herhangi bir şey ifade etmekten ziyadesiyle yoksunmuş.
Platon bu durumu görünce aklına arkadaşlarına söylediği sözler gelmiş. “kızlara ilgisizmiş gibi davranacaksınız o zaman arkanızdan koşarlar. Zaten önemli olan, ilgisizmiş gibi davrandığınız kızlar değil, sizinle ilgilenmeyen kızlardır.”  Plüton’un yürüdüğü taş yoldan alt yazı olarak geçen bu sözlerin ikinci parçası tam olarak Plüton’u anlatmaktaymış.  Çünkü Platon’a doğru hiç bakmadığı gibi onu görmezden geliyormuş gibi halleri varmış. Platon İçinden, “ görmezden geliyorsa demek ki beni görmüş!"  diye sevinecekken, gördükten sonra görmemezlikten gelmesinin daha kötü bir durum olduğuna karar vererek içinden düşündüklerini unutmuş. 
Plüton bir daha bu diyarlara gelmemek üzere Atina taş yollarını, topraklarını ve semasını terk-i diyar eylemek üzereyken son ve ilk kez arkasını dönüp Platon’a bakmış. Zaten gözlerini ondan ayırmayan Platon’un mavi gözleri kırmızı gözlerle karşılaşınca bir patlama sesi duyulmuş. Ne olduğunu anlayamayan Platon şaşkın şaşkın etrafa bakarken Plüton gülümseyerek içeri girmiş ve geminin kapıları otomatik olarak kapanmış.Sağından solundan çıkan metallerin biri içeri girmiş, biri dışarı çıkmış, birazı yukarı çıkmış, birazı aşağıya inmiş,yerine başka bir şeyler çıkmış ve yine büyük bir gürültüyle gemi saniyeler içinde gözden kaybolmuş. Platon bu sayede sesin nerden geldiğini de anlamış olmuş.

Motor ateşinin yaktığı yerve Platon’un kalbi arasında çok bir fark da yokmuş.Çünkü bundan sonra her ikisinde de bir şeylerin yeşermesi mümkün görünmüyormuş. Platon uzun bir süre gökyüzüne baktıktan sonra Plüton’un son tebessümünü de yanına alarak arkadaşlarının yanına gitmiş. Olanları anlattıktan sonra arkadaşlarının, derdine derman olmasa da yoldaş olacağını söyledikleri tütünü yakmış.[ Sadece yakmış, çünkü daha önce hiç tütün kullanmamış.] "Seviyorsan git konuş kanka!" sözlerine aldırış etmeden, onu her zaman seveceğine and içmiş. Kısa zaman içinde yaşadığı bu zelzeleden derin yara ve sıyrıklarla kurtulmuş Platon. Kurtulmuş kurtulmasına da mecnun gibi ortalarda dolanır olmuş.Bundan sonra kendisini kitaplara ve bilime daha çok adayan Platon’un bu hikâyesi dilden dile, kıtadan kıtaya dolaşmış tabi. Bundan sonra Platon ve Plüton'un bu aşklarına yani sadece Platon’un aşkına "PLATONİK AŞK" uzaktan ve habersiz sevenlere de “PLATONİK AŞIK” demişler.

şimdi dinleyiniz: 
http://www.youtube.com/watch?v=rW75GWuyTPw

16 Ocak 2012 Pazartesi

Duruyor


-duracakken-

dünyanın yeryüzündeki gölgesiydi adın
sular sana akıyordu durmadan
çayın buğusunda olacaktı tadın
seni gitmek zorunda bırakmasam

-durunca-


her şey duruyor
dağlar duruyor
gökte bulutlar
günler nasıl koşuyorsa
geceler öyle duruyor
sen duruyorsun
kör bir aynada yüzün
ellerin görünmüyor 
tırnakların ve dişlerin beliriyor düşlerimde
sen duruyorsun
asırları kusmuş buzdağlarında ismin
yoksa güneşi yutan ejderha sen misin


bir kuyuda soğutuyorlar şimdi sesini
parça parça açıp içini
bir anlam doldurmaya uğraşıyor klerkler
solak damlalar kesiyor önümü
bu yüzden hüzünlü bir kelime adın
andığım anda tuzla buz oluyor aynalar
içimde beslediğim ejderhalar
küresel bir katliamdan medet umar oldular


her şey kirlendi 
toz tuttu kuyuları
her köşede bir örümcek hanedanı
bir mabed gibi dolanıyorum isminin çevresinde
içimde bir ruh var sanıyor insanlar
bir din gibi yorgunum aslında yaşamaya
solak damlalar biçiyorum bulutlardan
büsbütün günahsız kılıyor bu beni
sırf merhamet için 
silmek lazımdı ismini

14 Ocak 2012 Cumartesi

profiterol kortex




alıştıkça deliriyoruz çok afedersiniz. alışık olmakla deli olmak arasındaki tek fark huni böylece. alışmak, mantığın daimî çalışma sistemine bi çay molası verir. çaya kraker batırır. ardından çiğdem çitler, meyveydi falan derken uzar gider. işte alışınca tezeği yeriz biz. alışırsak ölürüz. alışınca bağlantı hızı düşer, kopması ise an meselesidir. alışınca ayakta uyuruz. o yüzden alışmaya alışık olmayan birisiyle evlenelim dostlar. tabi bu durumu arabartıp psişik bir pokemona da dönüşmemek lazım.
hatta bu bağlamda namaza dahi alışmamak lazım. onu sürekli hissetmek, her an düşünerek kılmak lazım. kılınması gerektiğinin bilincinde olarak ifa etmek gerek.
bir başka mevzu ise düşünmek, düşünmek de hissizleştiriyor insanı. kalp kılcallarını sodyum bikarbonatla tıkıyor adeta. hani düşünüyoruz öyleyse varız ya, hissedersek eğer, hiçiz!
bazen gerçekler hayallere dönüşür. bazen de hayaller gerçek olur. işte hayat mühendisin otuz derecelik bakış açısından bu ikisi arasındaki alternatif akım gibidir. ve İslam voltajı yüksek bir dindir. dünyanın öbür ucunda biri şarap içerken sen nasıl evinde oturuyorsun, der sana. Hristiyanlık gibi evinin önünü temiz tut kimseye karışma demez.
buraya kadar 4 adet çelişki bulmalıydınız.
mamafih aklımızı bindirdiğimiz treni kaçırınca, dörtnala kimsesizleşiyoruz!
münzevi hayallerde prens olabilmek dileğiyle...

12 Ocak 2012 Perşembe

Bir varmış bir yokmuş


hoyrat bir uçurum varlığın
düşsem bir dert
düşmesem dirilemem
ben bir şairim sen bir kadın
bu yüzden imkansız
senin beni sevmen

bir masal olsaydı yaşamak
ben çirkini oynardım lakin
düştüğümde diriltebilirsen ruhumu ellerinle
sen güzel bakmayı öğrenirdin

içimde şu tahripkar şüphe dürtüsü
ilk kim sorduysa neden diye
ben susturabilirdim artık onu
senden haberdar olmanın şevkiyle

artık bir uçurumluk zaman kalmış geriye
annemin her gece anlattığı
develerin beni uyarmaya çalıştığı
bir kervan şimdi giriş yaptı yüreğime
ses seda, müthiş bir uğultu var içimde
bir masal yaşayacağız
çakılana kadar yâr'a
bir varmış bir yokmuş
neden ne saçma bir kelime

11 Ocak 2012 Çarşamba

rüyâ

Uykuda bile seni düşünmenin, rüyâ koymuşlar adını.

10 Ocak 2012 Salı

Redâet neydi?



... post-modern algılamada, belirli çerçeve içinde, olayları değerlendirmek gibi bir hastalık vardır.
gelişen sorunlara yönelik geliştirilmeye çalışılan çözüm önerileri hep bu çerçeve içinde kalır, dışarıya taşmaz, taşırılmaz, taşırılamaz.
zira bu algı, mevcut yönetimin sorunlarına mevcut yönetimin ihtiyaçları doğrultusunda her türlü cevabı vermeye zaten muktedirdir.
eğer mevcut çözüm önerileriyle çözülemeyen bir sorunla karşılaştığı düşünülürse, sorunun aynileştirilmesiyle soruna yeni bir kimlik kazandırılır ve sorun mevcut çözüm önerilerinin çözebileceği hale getirilir.
bu, sorunun tamamiyle çözülmesini sağlamasa bile halihazırda "iş"e vereceği zararları minimalize eder, sorunu erteler, unutturur, ya da başka sorunlarla perdeler.
bu çözümsüzlük ise her zaman mevcut yönetimin işine gelir, çünkü çözümsüzlüğe doğru yönlendirmeleri hep onlar yapar.
rezilet, kadîm bir kavram olması nedeniyle bugünkü meselelerin çözümüne yönelik girişimlerin temel dürtüsü olsa da yaşadığı anlam kaymalarından ötürü işlevselliğini kaybetmiştir.
rezilet; kabaca, azlık ve çokluk olarak tabir edilebilecek her türlü aşırılığın verdiği zararla ortaya çıkan bir haldir. 
anlamca olumlusu "itidâl"dir.
itidâl ise yine kabaca orta yol manasına gelir.
basitçe açıklamak gerekirse kişinin anoreksik olacak kadar az yemesi de obez olacak kadar çok yemesi de rezilettir.bunun orta yolu, doyacak kadar yemektir.
bu azlık ve çokluk sorununu kişisel düzeyde çözebileceğiniz gibi toplumsal düzenlemelerle kitlesel olarak da çözmeniz imkan dahilindedir.
bir kimsenin, normalde yemek olmayan bir şeyi (misalen toprağı) yemesini ise rezilet kavramından yola çıkarak çözemezsiniz.
doyacak kadar toprak yemesini öngörmeniz sorunu ne kişisel düzlemde ne toplumsal düzlemde anlamış olduğunuzu gösterir.
işte kâdim kültür azlık-çokluk kartelasında çözemediği problemler için bir kavrama daha sahiptir.
buna da redâet derler ki kabaca sapkınlık, sapıklık olarak tanımlanır.
bu kavram yukarıdaki örnekte görüleceği üzere toprağın az ya da çok yenmesini bir sorun olarak kabul etmez, toprağın yenmesini sorun olarak kabul eder.
çözüm olarak da toprağın yenmemesini sunar.

***

"kendi halkına zulmeden diktatörler" coğrafyasında yaşayan bizler bir sorun olduğunun farkında olsak bile anlam kaymaları nedeniyle çözümle ilgili bir fikir edinebilmiş değiliz.
halbuki dünya deveranı adına en basit ve en etkileyici çözümlere sahip olmamız gerekirken buna sahip değiliz.
zira biz artık o eski biz değiliz.
yıllardır yanıbaşımızda yaşayan insanların bir sorunları vardıysa bile mesele bizim gündemimize onbinlerce kilometre uzaktaki insanların gündemine girdikten sonra girebilmiştir.
bu gecikme nedeniyle de basit insanların aceleciliğinde bir takım kararlar almaya çalışmış ve post-modern algıların dışına çıkamayıp uygulanan politikalara destek vermek durumunda kalmışız.
işte tam da burda aklımıza takılan tek şey, bu desteğin az mı, yoksa çok mu olacağı?
zira redâet nedir duymadık bile...

7 Ocak 2012 Cumartesi

Siyasi Simge


siyasi simge,kimilerinin diline pelesenk olmuş bir lakırdı...
islamcılar genelde kullanmaz bunu, siyasi özgürlüklerden, insan haklarından filan bahsederler ama meselenin mihenk taşını kırdıklarını bilmezler.
imam-ı azam'ın bir sözü vardır:"islam siyasettir." gibi bir anlama gelen...
siyaset toplumların yönetilmesiyle ilgili bir fikir sunmaktır,hatta bu fikir uğruna bazen deryayı kana bularlar.
islamcıların son yarım asırda "ılımlı islam" diye pazarlamaya çalıştıkları/çalıştırıldıkları şey, islamın asl'ından bihaber olmasa da temel olarak yöntem farklılığı içermektedir.
bu yöntem farklılığının farkında mıdırlar bilemem ama post-modern pazarlamacılık stratejilerinden yararlanılarak oluşturuldukları kesindir.
dünyanın her yerinde benzer adamlarla benzer okullar açarak geleceğin lobilerini oluşturmaya yönelik adımlar buna örnek teşkil edebilir.
mcdonald's tarzı şube açmaktan farkının ne olduğunu sorma gafletindeyseniz, size allah'ın rızasından bahsederler.
kapitalizmin tek-tipleştirme eylemine doğrudan ya da dolaylı olarak katıldıklarının ya farkında değillerdir ya da bağlı bulundukları dünya görüşünün gereğini yerine getirmek adına takiye yapmaktadırlar.
halbuki islam mevcut siyasi ortama göre oportünist yaklaşımlarla bir duruş sergilemek değildir.
çoğu islamcının bihaber olduğu medine senedinde hz. peygamber farklı toplumlarla birarada yaşamanın kurallarını belirlememiştir aslında.
tabir-i caizse, adeta racon kesmiştir.
"kurallar bunlar, bunlara uyarsanız emin bir şekilde yaşayabilirsiniz, yok uymazsanız, o zaman burayı ya kendi isteğinizle terk edersiniz, ya da biz sizi buradan süreriz" demiştir.
sonraki hadiseleri az çok bilen herkes durumun bundan ibaret olduğunu anlayacaktır.
türban vb. şeylerin siyasi simge olmasının asli sebebi de bu yöntem farklılığından kaynak alır.
islamcılar bu tip simgeleri sahiplenmesi beklenen kişiler oldukları halde, konuya yukarıda anlatmaya çalıştığım nedenlerle kişisel özgürlük alanından yaklaşmayı yeğlemektedirler.
zira islam'ın siyasi bir duruş olduğunu kabul ettikleri takdirde pazarın kurallarına karşı koyamayacaklarını bilmektedirler.
ki ferasetlerinden midir bilemem, modern dünya görüşlerine entegre etmeye uğraştıkları şeye islam diyememiş, ılımlı islam demeyi tercih etmişlerdir.
işte bu post-modern algılamalar açısından dindarlarla islamcılar arasında bir bağlantı olmadığını bize gösteren işaretlerden biridir.
halifeliğin başladıktan 30 sene sonra saltanata dönmesiyle ezilen mazlumlar, post-modernizmin makyajladığı demokrasiyle yine ezilmeye devam etmektedir.
***
bizans imparatoruna giden peygamber elçilerine imparatorun sorduğu bir soru vardır.
-peygamberinize ilk önce zenginler mi biat etti yoksa fakirler mi?
+fakirler...
-öyleyse peygamberiniz haktır.
müslüman zengin olamaz mı diye bir düşünce peydahlanabilir...
elbette olabilir.
ama siz hiç fakir bir zalim gördünüz mü?

5 Ocak 2012 Perşembe

Fusûsu’l-Hikem 2. Hakikat Hafızlaması


Hakk’ın zahiri âlem, Âdem’den görününce
Âdem büründüğü hakikati görmek istemiş
Hakk aynası kurulmuş Hazreti Âdem için
Aynanın Hakk olduğunu bilse Âdem, ne yazar
Göz gene göreceğini görmüş
Âdem Halife gömleğindeymiş.
...

Hakk göründüğü gözlere ihsan etmek istemiş
Âdem’e kendinden adam etmiş
Şit’in heybesine ‘dilemeyi’ koyuvermiş de
Kul dillendikçe kün denmiş
Kol Hakk, baş Hakk, kulak Hakk
Hakk Halifesinde aynadan çıkmış
Ayn, âyan oluvermiş.
...

İşin özü;
Âlem manalandıktan sonra
Ayn harfi belirmiş semada
İzdüşümü denizlerde.
Ayn, ayn, ayn.
Ayna, ayna, ayna.
Aynı, aynı, aynı.

3 Ocak 2012 Salı

Vav'ın Elif'i mi Elif'in Vav'ı mı?

Bu gün farklı olucaktı zaar rüya falan yoktu geceden demlenmiş kenarda köşede. Saçları yağlanmış ve şofben bozulmuştu. Artık topraklanmamış evin topraklanmamış prizine yakın lavabosu ellerindeki yaralardan sarsamayacaktı Elif’i. Söyledik bir kere şofbenin bozuk olduğunu. Atan sigorta sigortasını gevşetmişti şakaklarının zira buzdolabındaki küflü ‘gıdalar’ artık günahsız çöpe gidebilirdi. Dün bitirdiği siyah degaje elbiseden nasiplenmesine dakikalar kala zil çaldı. Gelen kat görevlisi Zişan Bey’di ve arkasında siyah bir gölge. Zişan Bey’e, dakikalar sonra kaderini değiştiren adama dün kazandığının dörtte üç buçuğunu verdi ve ardındaki gölgeye buzdolabında kalanları. Oldum olası sevmezdi çöp poşetlerini hem neden mor değillerdi ki. Ped poşetleri mor oluyordu da niçin çöp poşetleri hep siyahtı, midesi bulandı. Elinde kalanı hırkasının sol cebine anahtarını sağ cebine atıp, kapı kitlemek adeti değildi merdivenleri koşar adım indi. Bir yere yetişmek için acele etmek en sevdiği şeydi ve bakkala gidiyordu, hayati bir şeydi bu sonuçta. Hem kendini değil umursamadığı apartman sakin!lerini kandırıyordu. Sokakta yürürken en sevdiği şey insan boyunun iki katı hızasında cadde ışıklarına yerleştirilmiş pembe -cinsini bilmediği- çiçekleri izlemekti. Ne kadar yolu olduğunu bilmiyor, adımlarını saymıyordu. Kütt! Ayakkabısı lağım üzerine kapatılmış parmaklıklara takıldı ve topuğunu belediye görevlilerine emanet ederken –bakışları artık yeryüzüne inmişti- bakkala hanidir gelmiş olduğunu fark etti. Tam karşıya geçecekti ki bakkaldan degaje elbisenin parasının üzerine bir gram bahşiş koymayan Fransız şapkalı kadın çıkıverdi. Kadının bakkalda ne yaptığına takılmadan ki sabah sabah çok şeye takılmıştı zaten diğer sokağa saptı. Sokakta gönül eğlendireceği bir tek pembe çiçek yoktu, onun yerine 3 orta boy çocuk ortada sıçan oynuyordu. Ayaklarının ucuna gelen çamurdan renk değiştirmiş sarı topu alıp oyuna katıldı. Top atarken sorun çıkarmayan ayakkabıları, Elif sıçan olduğunda yeterince iyi manevra yapmasına engel oluyordu. Filmlerdeki gibi diğer topuğu da kırmaya çalıştı, kaldırıma vurdu, çocukların birinden çekiç bile istedi ama nafile. Oyunu bırakması gerektiğini anladı ki reflusu azmaya başlamıştı. Cebinden 1 milyoncudan aldığı ıslak mendili çıkarıp ellerini yüzün sildi. Mendilde yalnızca çamur izi bulmak hoşuna gitmişti zira orada kırmızı bir ruj pembe allıklar siyah bir far lacivert bir rumel de olabilirdi. Yolda başını dik tutabileceği bir sebep bulamadığı için en yakın bakkala girdi bir ekmek 100 gram zeytin istedi. Zeytini hayran kaldığı bir el çabukluğuyla poşetleyen adama bakakaldı ve sessizce dükkândan ayrıldı. Sokağın tam yüzünü temizlediği noktasını bulmaya çalıştı lakin çocuklar oyunu bırakmış ve o da sokaktaki hiçbir ayrıntıya dikkat etmemişti. Yağmur yağmaya başlamış ve saçları artık anlamlı bir yapışıklık içerisindeydi. Yağmurun sinmesi için hemen davranıp bir saçağın altına sığındı. Fakat yerdeki ne idüğü belirsiz su birikintisine düşen damlacıklar eteğinin uçlarını ıslatıyordu. Saçağın gölgesine sığınan merdivenlere tırmandı, 3 basamak kafi idi yağmurdan kaçmak için. Derken boyasız evin penceresindeki sarı ayçiçeklerine gözü ilişti. Pembeye aşina gözleri sarının doğallığı karşısında afalladı. Ay çiçeğini neden sarı yapmıştı yapan, beyaz neden değildi acaba diye düşünürken içeriden saçı sakalı birbirine karışmış birininkine benzeyen bir uğultu işitti.
- Aya aşkından sararıp solmuş. Aşk derdinden kemale ermiş bir bilge ayın ışığının güneşten geldiğini deyivermiş de gündüzleyin yüzünü güneşe çevirmiş. Öyle de güneşle çiçeğin çekirdek çocukları olmuş.
İçini hesapsız neşe kaplayan Elif başını göğe kaldırdığında gök kuşağı orada idi. O da katıldı sakallı bıyıkli tınıya ve tüm renkler ben de Elif’im bense güneşe aidim dedi. Elif gene aklında kesip biçtiği hikayeciklere bir yenisi eklendiği için gülümsedi. Güneş dedi, güzel şey, o olmadan yok dahası.
- Hiç de değil deyiverdi sakallı bıyıklı tını. Çöl, bilir misin çöl? Burada hava kararınca güneşi hayal eden dimağ orada gölgeye takılır. Güneş hem iyidir hem kötü, sıcakta, ateşte.

- Ateşiniz var mı?
Merdivende uyuyakalmış Elif Vav görmüşçesine boynunu büktü ve
- Ateş iyidir de kötüdür de.
Aldığı cevabı anlamayan uzun boylu geniş omuzlu koyu yeşil gözlü dalgalı saçlı adam sıcacık gülümsemesiyle kazağım sökülmüş yakmazsam bu gün başıma dert açar deyiverince,
- Elif Vav’a dönerek Gönül Yaranız var mı?
dedi.
- Gönül Yanıklarımı mı soruyorsunuz?

- Yok, gönül yarası dedim.

- Ben gönül yarasını filmden bilirim bir tek, Elif’imle sinemaya gitmişliğimizden. Ama benim gönül yaram yoktur.

- Elif nerde?
Başını pembe çiçekler hizasında kaldıran Vav orada diye semayı gösterdi.
- Peki ya gönül yanıkları?
Onlar da burada demiş göğüs kafesinin sağını tutarak. Yara ikiye ayrılır derin yaralar hafif yaralar ama yanığı kaça ayırırsan ayır gene de yanıktır bir gölge bırakır ruhta/tende. Gölgeler de serindir. Elif’imi ne zaman hatırlasam yağmur yağar, güneş açar, gök kuşaklanır.
- İsmim Elif.

- Benim de Vav.

Gönlünde Vav, sol cebinde bir milyoncudan aldığı peçete ve sağ cebinde evinin anahtarı o sokaktan her gün geçeceğine yeminler ederek açlık sebebiyle kendinden geçmesinden uyanan Elif kendine gelir ve bu sefer Vav’a özenerek kaldırımlara yöneltir başını, pembe çiçekler orada değillerdir zaten. Rüyasındaki adama aşık olanlar gibi beş parasız ve mutludur.

Fusûsu'l-Hikem 1. Hakikat Hafız'laması

Semalar boş, kuşlar sessiz
Yıldızlar sönük, güneş soğuk
Sarıçiçek boynundan habersiz
Kurt elmanın dışından
...
Yokluktan gelen bir varlık ola ki
Diğer varlıklara anlam gelsin
...
Biri ademden doğup Havva'ya bürüne ki
Kâinatta var edilen anlam uzayıp gitsin
...
Camı Yaradan sırrı nisyan etmez de
Sureti yankılanır galaksiler boyu
...
İşin özü;
Alem cam imiş camdan içerü
Adem ise onun sır-rı