29 Mart 2012 Perşembe

pasta

Çocuğa "Ağzını sil, pastanı ondan sonra yiyeceksin," desem, bu ağzını silerek pastayı yemeye hak kazanacağı anlamına gelmez, çünkü ağız silmekle pastanın değeri kıyaslanamaz bile, yine de ağız silmeyi pasta yemenin ön önkoşulu yapar, çünkü böyle bir koşulun saçmalığının yanı sıra çocuk zaten ne olursa olsun pastayı yiyecektir, çünkü pasta, çocuğun öğle yemeğinin gerekli bir parçasıdır - bu bakımdan yapılan uyarı bir durumdan başka bir duruma geçişin daha zorlaştırıcı değil, ama kolaylaştırıcı yanıdır; ağız silme, pasta yemek gibi büyük bir çıkarın öncesinde yer alan pek küçük bir çıkardır.

[franz kafka, mavi oktav defterleri, s.47]

28 Mart 2012 Çarşamba

Jonlar Üzerine

Metrobüs turuncuları hayatımı şenlendiriyor. Napoleon Dynamite filmiyle tanıdığım aktörden mülhem onlara kısaca Jon adını vereceğim.

Geçenlerde metrobüste arkadaki dört karşılıklı koltuktan birine oturdum ve çantamdan kitabımı çıkardım. Yanımda oturan adam elimdeki kitaba doğru eğilerek onun hakkında bir şeyler söylemeye çabaladı. Ona yöneldim ve turuncu saçlarından onun Jon olduğunu anladım. Sordu:
-Ali Şeriati mi okuyorsun? (Karadenizli bir Jon’du fakat maalesef şiveli yazma konusunda iyi değilim.)
-Evet.
-O mezhepsizmiş!
-Mezhepsiz mi? Mezhepsiz ne demek?
-Hani dört mezhep var ya Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli.
-İyi de hepimiz bir Allah’a, onun peygamberine, indirdiği kitaba inanıyoruz. Biz Rasulullah’ın ümmetiyiz, mezheplerse sonradan ortaya çıkmış ayrımlar. Bu insan ki Müslüman bir yazar, Müslümanların dertleriyle dertlenmiş bir yazar, onu okuduğum zaman öğütler alabiliyorum. Kaldı ki Müslüman olmayan bir yazarı okumakta da bir beis görmüyorum. Okuduğum her şeyi kabulleniyorum diye bir şey yok, onları ölçüp tartabilirim, iyiyi kötüyü ayırt edebilirim.
-Ama..
Anlamadı. Sanırım acıdı bana biraz, yanlış yola sapmışım gibi. Sonra bir hocayı sordu, tanıyor musun onu dedi. Tanımıyordum. Çok önemli olduğundan bahsetti o hocanın. Akabinde çantasından çantası kadar büyük bir kitap çıkardı:
-Kitap okuyorsun, sana o hocanın kitabını hediye edeyim, onu da oku.
Olmaz, adını alsam yeter bulurum kitabı, hem daha okumam gereken başka kitaplar var dedimse de yok. Biz basıyoruz bunu, bende daha var dedi. Çaresiz kabul ettim.

Karadenizli Jon’dan çok önce kaptan Jon’la karşılaştım. Tıklım tıklım bir metrobüse, yanımda arkadaşımla ön kapıdan binmiştik. Burun buruna geldiğimiz adam uçları sivri bıyıkları olan bir turuncu saçlıydı. Otobüsün doluluğundan şikâyetle muhabbete girip öğrenciliğimizden konuyu derinleştirdi. Nezaketen onun da ne iş yaptığını sorduk.
-Kaptanım, dedi. Ülkeler geziyorum, insanlar türlü türlü. Denizdeyken çok yalnız kalıyor insan, uçsuz bucaksız sular üstünde bir gemi. Ama kıyılar öyle değil, insanlar var hareketli.
Hindistan’a, Çin’e gittiğinden bahsetti ve Romanya’ya ve Ukrayna’ya. Birçok dil öğrenmek istiyordu kaptan. Böyle hikâyeler, tecrübeler anlatan insana etraftakiler de kulak kesiliyordu.
-İstanbul’u özlüyorum ama uzun süre kalınca da sıkılıyorum, dedi. Seyahat güzel, ah yalnızlık olmasa.
Önce indiğim için arkadaşım kaptan Jon’la yalnız kalmıştı. Son durakta birlikte inmişler ve kaptan kim bilir dile getirip durduğu yalnızlık derdiyle de bağlantılı olarak kahve içmek istediğini söylemişti arkadaşa. O ise tabi reddedip kaçar gibi oradan uzaklaşmış.

Ve yıllar önce yine bir metrobüsün o dörtlü kısmına oturup elime bir kitap almıştım ki karşı çaprazımda oturan, turuncu saçlı bir adam seslendi:
-Kitabınıza bakabilir miyim? Cemil Meriç mi okuyorsunuz?
-Tabi, buyrun. Cemil Meriç’in kendi kitabı değil, Ümit Meriç babasını anlatmış bu kitapta.
Kitabı aldı, arkasını çevirip sesli olarak okumaya başladı. Ses tonu zengin, diksiyonu düzgün, vurguları monolog yapar gibi belirgindi. Sonuna kadar okudu, bitince:
-Güzelmiş, dedi. Cemil Meriç çok önemli bir düşünürümüz. Öğrenci misin?
-Evet, dedim.
Konu İngilizce hazırlık okumakta olduğuma geldi. Ve eğlenceli teklifsiz adam İngilizce konuşmaya başladı. Başından beri çevremizde üstümüze bakan gözler, ses tellerimizin titreşiminini dinleyen kulaklar artık daha da dikkat kesildiler. İngilizcesi çok iyiydi. Okuldan, bölümden, dilden, memleketten, İstanbul’dan konuştuk, konuşturdu da denebilir. Bu Jon’la ilk tanışmamızdı.

25 Mart 2012 Pazar

tekne













hikayeler karanlıkta yol alıyordu
sonun karanlık olması kaçınılmaz.
içinde bütün kışlara yetecek bahar biriktiren kız
teknede her şeyin
duaya bağlı olduğunu mırıldanırken
ipe gözyaşlarımızı serdik
kurutup
ağıt yakacağız
ve bugün de geçecek.
bir ikindi vakti daha
şehir yıldız sesine hasret, beklerken
gözleri meryem kokan kız
biliyordu ki
hala rüya görebiliyorken
gündüzü arzulamak anlamsız.
değil mi ki bütün kadınlar
ve adamlar
rüyalarda makyajsız.

not:
bu şiir nafilefilintalar.blogspot.com'da yayınlandıktan sonra izdiham.com'da yayınlanmıştır.

20 Mart 2012 Salı

Ya ben ÖSYM'yi imtihan ederim ya da ÖSYM beni! *


Yok
Soru bankalarıyla gezerken devrimci olunmuyor.  
Bir yerlerde birileri destan yazarken, ben
Ben ve bıkmışlığım dershaneye gidiyoruz.
Anlamı paragraf sorularında arayan
Zavallı şuurum ve gözlerim yorgun.
Hayır, direnmeliyim; vazgeçmek özgürlüğüm yok
Ah şu sınavı bi atlatsam

Hem ne çok soru sordular, yüzümü ezberledi sorular:
"Sınava mı hazırlanıyorsun, nasıl gidiyor çalışmalar
Hangi bölümü istiyorsun, ne durumda puanlar?"
Boş bıraktık bunları kararsızlığımla
Konuyu değiştirdik.

 Yine de  vazgeçmiyor ki sorucular; bazen arkadaş kılığında,
Bazen akraba, bazen virüs olur protein kılıfında.
"Sana güveniyorum, sen yaparsın. Şöyle, güzel bi sonuç...
Başarılar sınavda sana, sınavda başarılar sana.
Başarı, sınav, başarı, sınav... yaparsın sen, inanıyorum..."
Keşke sussalar.

Böyle işte sevgili ÖSYM
Hep bunlar sen beni imtihan edecekmişsin diye
 Yalan halbuki,  
Ben seni bilirim, sorduğun sorudan
Ama sen beni ancak tanırsın tc kimlik numaramdan
Ben sana soru hazırlaman için bir yıl mühlet verdim 
Sen benden yüz atmış dakikada sorulara bakmamı istiyorsun
Dikkat et sen yanlış yaparsan iki milyon kişiye mal olur
 Ben yanlış yaparsam, sade titrerim mücrim gibi.

Şimdi bekliyorum beni sınayacağını sandığın günü
 Sınav yerinde görüşürüz.kib.


*Anlatım bozukluğu var bu cümlede, yüklem eksikliğinden ötürü ; ama düzeltmiyorum.


19 Mart 2012 Pazartesi

şiirli çay











"yenisini doldururken çayımın, dibini döksen 
kanım ısınsa sana"
hep kısık ateşte kalsa sevdalar
çayımız da
kaynamasa, ama soğumasın da
ince belli bardağa dolsa acılarımız
çalkalansa bir süre ve toprağa savrulsa.

kara gözlerin kararlaştırsa
dem dolsa sonra, ince belli bardağa
göz kararlarına saygı duysa insanlar,
en mühim kararları gözler verse mesela.
kaşık çaya değil de
gözlerin gözlerime karışsa
şekere gerek de kalmasa
parmakların dokununca.

çay içene yılan bile karışmasa
doktorlar yaraları çaylasa
çaycılar memur kabul edilse yasayla
şairler kaçak çay karıştırsa şiire
ve
bağlanmasa gönüller,
şiir okumayana

16 Mart 2012 Cuma

bir kaşık meşk



arabaşı içerken başbaşa aynı tastan
yapılmış bir uçaktı turnusol kağıdından
tepemizden seğirten renk cümbüşü zımbırtı
eğiliverdik hemen hissederek sarsıntı

nasılsın dedim sana sanki meczupmuş gibi
şivlilikte meşguldün ben seni farkedince
atmosfer her zaman iç güveysinden hallice

geldi kulağıma şol bir fısıltı, en başta sanırdım sade kuruntu
tadı noksansa yenmez pırasa, içine çekinme sodyum klor at

kapı ve menteşe molekülleri, ki insan ölmeye pek bi müsait.

6 Mart 2012 Salı

sonra













sonra
iki kaş iki de göz gelir
kalem gelir sonra
kağıt gelmez
eller görünür
gel etmez
bir mendil yere düşer 
gönlüm gönlüne
sonra
güller ayılır
bülbüller bağ'a girer
bir dilber kara üzüm yer
ağustos böceği karıncaya güler
masal dinleyen çocuk yorganı üstüne çeker
bir balık oltaya aşık olur
ben sana
sonra
dağ tavşana küser
kırmızı başlıklı kız başlığını kaybeder
cüceler prensi döver
güvercin buğdaya
kedi güvercine doğru ilerler
kediyi kovayım derken
güvercin de uçar gider 
sonra
uykum gelir
ardından ve hemen gider
mecnun çöle 
başım yastığa
gözlerim gamzelerine 
sonra
gömülür gider