30 Eylül 2012 Pazar

Noter Onaylı Ruhlar...

Noter onaylı ruhlar arasında gezindim bu gün elim erdiğince. Karanlık bir odada, Türk Sanat Musikisi esiyordu, koyu kahve perdeler salınıyordu loş odanın yanaklarında. Yalnızca ben konuşuyordum, diğer her şey hal diliyle yetiniyordu halleşmeye. Ya bedenler kurumuş, ruhlar iskelete yapışmış vıcık vıcık bir hareketsizlik ya da sıradan yollara mudaane etmeyen kutsal ve pahalı ruhlar, bedenlerini geride bırakmış sessiz sakin sürdürüyorlar hayatlarını. 'Noter nasıl olunur diye düşünmeden edemedim bu gizemli odaya girince. Halihazırda benliğim koşarak yetişti anıma ve uçan dimağımın altına kıymetli bir iman halısı yerleştirdi; KADER. Meslek edinmek, meslek sahibi olmak, mesleği olmak veya meslek okumak... Bu bağlamı da hastalıklar sınıfına dahil ettim. Kişinin kanser olası DNA'sına çoktan işlenmiş ise meslekler de ruh gergefine işlenmiş kader ışıltıları olabilir en nihayetinde. Yani benim öğretmen olmam, kaşları ile iletişim kuran amcanın da noter olması hastalık bahsiyle aynı kapıya çıkmaz mı? Mirdad ( Hz. İsa'nın sahabisi) demez mi öküzün midesini deşmesini istemeyen kula öküz yanaşmaz. Kişi bunu neden ister peki?ünki özü için deşilmekten daha hayırlısı yoktur. Demem o ki; insan olarak en verimli halimiz anımızda sırlanmıştır. Kaşları ile iletişim kuran amca noter olmalı, ben de onay bekleyen öğretmen.'

Ümit

Gazze'ye...

Gökyüzü güzelmiş. Öyle diyorlar. Hangisi? Bizimki değildir herhalde.

Yüzünü yıkamıyor mu ne? İs pas içinde. Bulutları kuru kuru. Yağmak bilmez günler boyu. Bazen bir değişik yağıyor; ağaçlar, evler, insanlar karışıyor. Karanlık çöküyor.

Öksürüyorum. Temiz hava lazımmış ciğerlerime. Hava kirli. Başka bir yere bakmak lazım. Ama çıkmıyoruz dışarı. Saklambaç oynuyoruz şehirde. Kilitli bizim şehir. Anahtarı kayıpmış. Bulunana kadar idare edeceğiz artık.

Hep idare ederiz biz.

Elektriğimiz kesilir, suyumuz kesilir, sesimiz kesilir, nefesimiz kesilir. Ama ümidimiz kesilmez.

Neden kesilsin ki? Gökyüzü gülen şehirler varmış. İnsanları da gülermiş. Karınları tokmuş. İşleri çokmuş. Dertleri yokmuş.

Kulakları delikmiş onların. Sesimizi duyarlarmış. Kolları uzunmuş onların. Elimizi tutarlarmış. Kalpleri büyükmüş onların. Bizi de koyarlarmış.

Bekliyoruz onları. Annem, ben ve kardeşim. Babam çıkmıştı, gelmedi. Tam bir hafta gecikti. Annem bana bakıyor. Kardeşim ağlıyor, ona hiç bakmıyor. Kalk diyorum kalkmıyor. Günlerdir orada yatıyor. Üşüdü. Üstünü örtüyorum, ısınmıyor.

Yapacak bir şey yok. En iyisi bekleyeyim biraz daha. Biraz daha dua edeyim Allah'a. İnsanlar gelirler nasılsa.
Umarım, bir an önce gelirler…

Şubat, 2009

19 Eylül 2012 Çarşamba

mayat

hayat bazen çok sarıyor. aşırı yaşamak istiyor insan.
ama ölmemek değil.
zira ölmemekle yaşamak farklı şeyler azizem. ölmeyen insan yaşıyor değildir çoğu zaman.
film şeridine dönüşüveriyor ve replay başlıyor. saniyeler içinde gözden geçiriyorum eksik birşey var mı diye. sonra silkelenip yeni kareler çekiyorum. Senin karelerdeki yoğunluğun benim hayatımda, verimi %97'lere kadar varan tepkimelere yol açıyor.
Dünyanın geoiti Türkiye'den Kıbrıs'ı görmeye müsaade etmiyor derler. Hayatın settings'i bize düşmez de zaten. Ama sabret azizem az kaldı. Yakında kardeşini kayınçom olarak istemeye geleceğiz.

14 Eylül 2012 Cuma

Baylar, Bayanlar!


Merhaba hanımefendi!
Sizi rahatsız etmeye geldim. Hey durun lütfen… Kuşanmayın silahlarınızı. Biliyorum “orijinal” bir başlangıç olmadı. Ve yine biliyorum zaman, mekan ve bize öğretilenler gereği ortaya konan her çaba orijinal bir sonuçla nihayetlenmeli. Aksi, çabayı lüzumsuz kılar!
Mı?
Hayır efendim, reddediyorum. Orjinalliğe ulaşıp anlamı yitirmeyi reddediyorum.  Ve evet bayım, haklısınız! Okuduklarımı kusuyorum. Bunu kabul etmekten gocunmuyorum. Zira haddimi bilme gayreti içerisindeyim. Bunu siz yapmak niyetindeyseniz öncesinde bildirmek istedim. Şimdi indirin lütfen silahlarınızı.
Ve yine size dönüyoruz hanımefendi… Nasılsınız? Gözleriniz nasıl? Sözleriniz ve elleriniz nasıllar?  Güzel gözleriniz, güçlü sözleriniz ve bakımlı ellerinizle pek güzelsiniz. Ruhunuz hanımefendi? Asıl bunu sormalı, asıl bunu cevaplamalı. Ruhunuz nasıllar? Biraz zor duruyor ayakta sanki? Dizleri titriyor, beli bükülmüş. Ne çok yüklemişsiniz ruhunuza, taşıyamıyor baksanıza. Kim söyledi bunca yükü alın diye omuzlarınıza?
Bırakın birazını lütfen, size yardım etsinler.
İstemiyor musunuz?..
Yardıma müsaade etmeyişiniz de neden? Ruhunuzun her yanı nasır tutmuş, saçınız ve makyajınız gizleyemiyor kırılmışlığınızı, incinmişliğinizi…
Bunlar siz değil misiniz?               
Ah afedersiniz! Siz kırılmaz ve incinmezsiniz. Güçlüsünüz değil mi? Siz aciz ve muhtaç değilsiniz. Hatta bu kelimelerden öylesine tiksinirsiniz ki… Siz her şeyi yek başınıza halledebilirsiniz. Siz…
Siz hanımefendi. Sistemli bir eğitim sürecinden geçtiniz. Düşünüyormuşsunuz gibi hissettirip sizin yerinize düşündüler. Doğruyu tek başınıza bulduğunuza sizi inandırdılar. Utanma duygunuzu reklamlarla susturup bedeninizi modernizmin öğütücü kollarına emanet ederken kavradığınızı sandınız hanımefendi. Oysa kavranan sizdiniz, farkında bile değildiniz. Babaannenizin örtüsü, annenizin ev hanımı oluşu sizi rahatsız etti hatırlasanıza… Güzelliği bile onların kalıplarıyla öğrendiniz. Nasıl olmanız gerektiği öğretildi size. Siz kadındınız…
Sizinle ne alıp veremedikleri vardı hiç anlamadım… Sırf cinsiyetinizden ötürü diri diri gömülen sizdiniz vaktiyle, Yaradanın affettiği günahı affedemeyen şuursuzların bir günah gibi baktıkları ve –belki hala- kızdıkları da sizdiniz. Çok değil birkaç yüzyıl önce insan olup olmadığı tartışılan yine sizdiniz ve cadı ilan edilip ateşlere atılan da...
Hanımefendi! Siz ne çok çektiniz… Şimdilerde size özgürlük diye sundukları şey  daha da belinizi büküyor görmez misiniz? Sizi siz yapanı sizden alıyorlar farkında değil misiniz? Cenneti ayaklarınızın altına veren anneliğinizi elinizin tersiyle iterken hiç düşünmez misiniz? Ruhunuzu, güzelliğinizi alıp sizden, yerine verdikleri hırsı ve öfkeyi daha mı çok sevdiniz? Anneliğiniz ve kadına özgü naifliğiniz  olmadığında geriye kalan dişiliğinizle ne yapabilirsiniz? Galipsiniz kendinizce, emirler savururken, mağlupsunuz insanlar içinde yapayalnızken...
Bir durup düşünün hanımefendi, neler için nelerden vazgeçtiğinizi. Fakirliğinizin övüncünüz, acziyetinizin asıl gücünüz olduğunu hatırlayın. Hazırlıklı olun; zor olacak öğretilenleri unutmak.

8 Eylül 2012 Cumartesi

yol















yola düştüm
mecazla beraber
yolcu, yol alıp satan kişiye verilen addır
yol yolcuya rızk
ben sağından giderim     - y -
yolun ortasından             - o -     geçer.
solundan gelirim              - l -


6 Eylül 2012 Perşembe

Benim Hira Mağaram

Çekip gitmeler gelir  insana bazen. Bu dünyanın yüklerini bir an olsun  üstünden atmak ister, bırakıp  gitmek ister başka dünyalara. Bunalmıştır kendinden kaçmaktan, özünden  uzaklaşmaktan  bıkmıştır, özüne olan özlemini dindirmek ister  kısa bir süreliğine de olsa…
Herkesin  çekilmek istediği  bir inziva,  gitmek istediği bir Hira'sı vardır. Belki de en  umutsuz anında   hirana çekilme vaktidir.  Oraya gitmek   çok uzak gibi görünse de  aslında sol yanına inmekten ibarettir. Çok kısaymış  gibi görünen bu mesafeyi katetmektir en zoru da. O kadar trafik vardır ki yolda,  bütün köprüler  tek şerit akmaktadır. Ve  milim milim ilerler  gönül araban,  mağaraya arabayla gitmek de modern zamanların alışkanlığı işte!
Benim  Hira'mda benimle aynı derdi paylaşan yoldaşlarla karşılaştım, benim kadar bunalmış, benim kadar  nefes almaya ihtiyacı olan…  Gönül arabaları bir yerde stop etmiş daha fazla dayanamayıp pes etmemek için direnen gönüllerin birlikteliğiyle yakınlaşan dostlar... Hem birlikteydik hem de yalnızdık ‘Rabb’imizleydik’ ‘ Başbaşaydık’.  Bizim adımlarla ilerlememize Rabbimiz koşarak karşılık veriyordu, Hadis-i Kudsi ‘yi doğrudan yaşatırcasına.  Hira Mağaramızın kapısından girdiğimiz andan itibaren O’nunla başbaşa olmanın tadını hissettik. En başlarda zorlanır gibi oldu nefs, benlik. Ne de olsa kolay değildi bir anda bütün dünyalıklar elbisesinden sıyrılmak.  Orada bir süre kalıp zaman geçirmek gerekir, yemekten uykudan bile   bedeni kurtarmak,  özgür bırakmak gerekir. Oruçla ve namaz zincirleriyle içimizdeki şeytanları  bağladıktan sonra ,  benliğimizin  yırtıklarını kapatmak için çabaladık durduk.  
Her  yırtık,  ilahî bir iğne ve iplikle dikilmeye başlayınca; ruhlarımız da tamir olmanın  dinginliğini yaşıyordu.  mütevazi bir mağara özelliğindeydi mekanımız ve daha fazlasını  da aratmıyordu.  Orda bulduk kalbimizin gitmek istediği yolu. ‘Tarîk’ deniyor sözlükte  ama biz boş vermiştik çoktan  öğrendiğimiz bütün bilimsel terimleri. İçimizde  ne  üniversite kalmıştı, ne vize, ne final, ne latince… bütün  toplumsal kimliklerimizi bırakıp o ‘tarîk’ üzre devam etme düşünceleriyle dolmuştuk.Dolduk ve taştık en sonunda.  Göz yağmurlarına döndü kalp denizimizden buharlaşan  duygu yoğunluklarımız. Ve bir Yol Gösterici'ye bıraktık kendimizi.  Onun izinden gitmeye, ona tabi olmaya karar verdik. ‘Kardeşlikle’. Biz vardık, Yol Göstericimiz vardı ve Rabbimiz şahitti  heyecanımıza, yolcu olma isteğimizin samimiliğine ve o ana.Yol Gösterici'yle  ilk bakışımıza içimize sığmayan coşkumuza ve kalp çarpıntımıza… ve yolculuk başladı; sonu olmayan yolculuk… Süluk’a bir seyür.
Artık mağaradan çıkma vakti. Her inzivanın bir sonu elbet vardı. İnziva insanda birşeyleri değiştirip
başkalaştırdı. Sırada dünyaya yayılıp kendi dönüşümümüze çevremizdekileri de  eklemek vardı.  Adeta ‘En Sevgili’ye’ benzeme isteğini kendi Hiramızda da  hissetmenin verdiği mutluluğu  yaşarken  bir yandan da  gönülbağı kurulan kardeşlerden  ve Kevser’imizden ayrılacak olmanın  hüznü,  yine gözyaşı olup akarken dünyaya, bana kalan  valizime kitaplarımı ve yüreğimdekileri doldurup  ‘dünya yolcusu kalmasın’ diyen 15B’ye yürümek oldu…