24 Şubat 2017 Cuma

BU BİR ALİ YAZISIDIR!

                                                               

‘Merhamet et halime, her şeye agahım Ali,
Var mı senden başka söyle, ilticagâhım Ali…’
Neyzen’in bu dizelerini dinlediğimde onun iç dünyasındaki ‘Sevda Vadisi’nin  derinliğini bu çağdan hissettim. Neyzen Tevfik  ‘ Ben Sevda ateşinde yanıp kavrulmadayım. Benim ahu eyvahımı duymuyor musun Yâ Ali?  Halime merhamet et. Peygamber’in karşısına çıkmaya yüzüm yok. . Sen bu halimi arz et. Bir günahkar  kul olarak onun huzuruna gitmek istemem.’ diyor.
Bu dizeleri dinlerken içimi bir yangın kaplıyor. Acaba ben ne zaman Peygamberimle konuşmaya kalktım da kendimde o cüreti göremeyip Ali’ye ilticada bulundum. Bu aşkı hangi fıkıh kitabında okuyabiliriz?
Ali benim için Mah-ı Muharrem’i idrak etmeye başladığım zamanlardan beri çok kıymetlidir.  Hz.Peygamberi ashablığıyla, Hz.Fatıma annemizi kocalığıyla Hz. Hasan veHüseyin’i babalığıyla seven Ali’dir O.  Ehl-i Beyti Mustafa’dır O.
Hz. Ali cenkleriyle büyümüş neslin devamıyız biz. Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahramandır. Hayber’in kapısıdır O. Zülfikar’ın en çok yakıştığı kişidir. Sezai Bey diyor ya; Ali rolünü paylaşamazdık. 
‘Binmiş gelirdi Ali bir kırata
Biz o atın tozuna kapanır ağlardık
Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü
Çocuklarla oynarken paylaşmazdık Ali rolünü…’
Ali  en çok özenilendir. Çocukluğu gençliği Hz. Peygamberin dizinin dibinde geçmiştir. Peygamberin en kıymetlisiyle Fatıma anamız ile yuva kurmuştur.  Gözümüzün nuru ve nemi Hasan ve Hüseyin’in babasıdır O.
Biz Ali’yi Peygamberimiz’e yakınlığıyla severiz.  Görmeden severiz. Uydurulmuş resimlerdeki gibi olmadığını bilerek severiz. Parçalamadan bölmeden 4 halifeden biri gibi severiz. Çok severiz. Evlatlarımıza Muhammed Ali, Ömer Ali, Ali Osman isimleri verecek kadar ayırmadan severiz.
Yunus Emre’den bir Ali şiiri tercümandır sevgimize, hüznümüze, yangınımıza…
Ali almış sancağını eline
Çekilip giderler mahşer yerine
Hasan'ı Hüseyn'i almış yanına
Ah ümmetim diye ağlar Muhammed

Kıyamet kopacak canlar uyanır
Kamil derviş mürşidine dayanır
Yüzün yere koymuş Hakk'a yalvarır
Ah ümmetim diye ağlar Muhammed

Üryan olmuş yatar o zayıf tenler
Sararmış benizler söylemez diller
Mahşer yerine cem olmuş erenler
Ah ümmetim diye ağlar Muhammed

Yunus eydür gelin kadrin bilelim
Fırsat elde iken tevhid edelim
Ruhu için salavat verelim

Ah ümmetim diye ağlar Muhammed

30 Mart 2016 Çarşamba

BAHARI KOZMOPOLİT OLARAK SELAMLAMAK



   Baharın yazma hissi uyandırdığı yadsınamaz bir gerçek. Bu gerçeklik bugün de aynı şekilde gün yüzüne çıktı. Yazmak için önce masamı cam kenarına pencerede duran çiçeklerin önüne getirdim.        
   Pencereden görebildiğim ağaçları ve mis gibi gökyüzüne bakmak kelimelerin akışını kolaylaştırıyor.
Laleler de güzelliklerini sergilemeye başladı bugünlerde. Laleler renk gösterisine başlamışken; bahara, lalelere, İstanbul’a ve hayata dair bir şeyler karalamamak olmazdı.
   Yine kocamı evden uğurladığım akşamüstlerinden birinde (evet yanlış okumadınız ‘kocamı’ diyorum;  çünkü şu suskunluk döneminde medeni halimdeki değişime alışmak bir yıl sürdü.) Kendimle baş başa kaldığım böyle akşamların ayrı bir tadı oluyor benim için, yazmak için bulunmaz fırsatlardır. Fona da  Jamal Slitine'in 'Hobbi' Lak şarkısını seçince  yazmak için tüm şartlar tamam oluyor.
    Ne diyorduk; bahar, sokaktan içeri dolan çocukların bağırışları biraz da . Ara sıra parmaklıklara çarpan topun çıkardığı gürültüye ben çoktan alıştım. Emekli amcalar ve yaşlı teyzeler çok memnun olmasalar da, baharın habercisi, biraz da o top gürültüsüdür.
     Dün Kadem-i Şerif tekkesinin bahçesindeki kabirlerin üzerlerinde, kırmızı laleleri görünce, özlenen bir dosta kavuşmanın heyecanını duydum. Kabirlere çoktan hayat gelmişti. Şehir ise patlayan bombalar sebebiyle ne kadar içine gömülmüştü şu günlerde. Ahmet Kaya  Kum Gibi şarkısını söylüyor yazının burasında. Ülkece, bombalardan bahara hızlı bir geçiş dileğindeyiz.
     Vapurla karşıya geçmenin  zamanı geldi çattı.  İşten çıkıp sahile kadar yürümek, günü yorgunluğunu atmaya birebir. Özellikle Hüdayi yokuşundaki kitapçılara uğramakbirkaç kitap almak, oradan çıkıp Hüdayi Hazretlerine bir selam vermek, yolu kıymetlendiren bir tat bırakıyor dimağımızda. Bugünlerde Uncular Azat yokuşundaki H yayınları ise  Üsküdar’a yeni bir soluk getiren mekanlardan. İçeri girince öncelikle Niyazi Mısrî hazret karşılıyor sonra eserleri, biraz ilerleyince de Tapduk kapısına varan Yunus’un tablosu. Ressam Tülay Gürses Hanımefendi 'renklendirmiş'. (renklendirmek terimi ressamın kendi deyişidir.) Tülay hanım da ararken bulanlardan. Tatçı hocayla tanışmalarını anlatmıştı. Kaderin üstünde bir kader olduğunun bir delili de bu tanışmaydı.
    Mustafa Tatçı  hocanın kuruluşuna öncülük ettiği, Leyla İpekçi hanımın ve Sadık Yalsızuçanlar ağabeyimizin sıkça uğradığı, birlikte  sohbet etme imkanı bulduğumuz  bir kitapçı. Üsküdar, her sokağında bir irfan ocağı barındıracak kadar zengin bir geleneğe sahip. H yayınları bunlardan sadece biri.
    Yeni Valide Camii'nin hemen arkasına ise yeni bir mekan açılmış; ‘Mihrimah İstanbul’. Mihrimah Camiinin  arkasındaki Mihrimah Cafe ile karıştırmayın sakın. ‘Mihrimah’ ve  ‘Cafe’  ikilisi yanyana ne kadar eğreti duruyor olsa da  masalarda kitapların olması  hoş. Gençlerin, oturup kitap okuyabileceği yerlerin her gün çoğalması ümit verici. (Kitapları instagramda paylaşmak yerine, okumayı tercih ettiklerini varsayıyoruz burada) Hoş bir hava katmış hemen cami avlusunun dibinde. Nihayet derginin Mart  sayısının konusu  'yaşam alanı avmler değil yaşam alanı kütüphaneler istiyoruz' sloganıydı.  Sanırım  mekan sahipleri  işi ticarete dönüştürerek ‘yaşam alanı cafe’ meselesine çoktan el atmışlar. Eh ne diyelim, ruhsuz pop müziklerin çaldığı, kocaman tv ekranlarında saçma sapan klipler dönen mekanlar olmadığına şükredelim.
     Konu nasıl da dallanıp budaklanıyor efendim, bahar diyorduk. Vapura atlayıp da şöyle bir Eminönü’ne salınma vaktidir. Emirgan ise  gezilmeyi bekleyen bir cennet minyatürü şimdilerde.  En güzel lale fotoğrafını her yıl olduğu gibi bu yıl da ben çekeceğim diyorum. Kendi yarışımda kendime beğendiremiyorum bir önceki çektiğim fotoğrafı. İstanbul böylesine çıldırtıcı oluyor işte baharda.
Ahmet Altan ne diyordu  1 Mart’ta yazdığı ‘Çiçekler İsyan ve Kadınlar’  isimli yazısında;
 ‘Önce mimozalar gelir…’
Önce mimozalar der ve tüm çiçekleri sayıp, başörtüyü  en sonunda yerin dibine gömer ve ahlaksızlığı yüceltir.  İsyanı kamçılar. İsyana davet eder eşrafını. İsyan yakışır bize der.
     Ah bir bilse bizim İsyan Ahlakımız Nurettin Topçu bey ile şekillenir. Müslümanın İsyanının bile Bir Ahlakı var. Bir Kur’an ve sünnet çizgisi var.
‘Bahar’ da siyasete alet edilenler güruhunda yerini almış oldu böylece. 
Ne  diyelim  Newroz piroz be! O zaman.
*Baharı tefekkür aracı kılıp Kendine yakınlaşmamıza vesile eden Rabb'e sonsuz hamd, sonsuz şükür! (*Newroz piroz be’ nin Müslüman sözlüğündeki tanımı).
böylece baharı bir kemalist- bir müslüman- bir kürt olarak  ( en çok müslüman olarak) selamladıysak  güzel günler göreceğiz çocuklar...

http://tulaygurses.com/ (Tülay hanımın çalışmalarını görmelisiniz...)

1 Ağustos 2015 Cumartesi

Ev.



Khooneye Ma / Marjan Farsad

"Yağmur altındaki o günün resmi
Bir hıçkırık ve bavulla
Harika ve nazik insanlardan ayrılırken
Evimiz çok çok uzakta
Sabırlı dağların arkasında
Altın tarlaların arkasında
Boş çöllerin arkasında
Evimiz suyun diğer yakasında
Huzursuz dalgaların diğer kısmında
Selvi ormanlarının arkasında
Bir rüyada, fantezide"

3 Haziran 2015 Çarşamba

Buna Kavga Derler Bey Ne Paşa Ne!


benden selâm olsun YÖK beyine
çıkıp şu meydana taşlanmalıdır
para gıcırtısından torpil sesinden
sınav sedâ verip seslenmelidir

torpili olan geldi tabur tabur dizildi
alnımıza kara yazı yazıldı
sınav icad oldu mertlik bozuldu
torpilsiz olan evde paslanmalıdır

müntekim düşer mi yine şanından
ayırır çoğunu er meydanından
torpil çamurundan kul hakkından
çevrem dolup şalvar ıslanmalıdır

NOT: ÖYP'ye her okulun kendi yapacağı bir sınav eklenmiş. Hocalar istediklerini alacaklar.
Buna kavga derler bey ne paşa ne!!!
Gülmeyelim, yayalım inşaallah.

29 Mayıs 2015 Cuma

MATARAMDAKİ SU

Uzun zamandır kendimi sorgulama peşindeyim. Ve bu sorgulama süreci dile bir kelepçe vuruyor ki; tüm konuşmalar içe dönsün diye…
Yazmak fiiline gem vurululalı beri el kalem tutmaz, sözcükler kağıda akmaz oldu. Dolunca boşalmak isterdim; ama dolup dolup boşalmalar kendi devinimini içte devam ettirmeye başladı. Epeydir acıları ortaya döken, usul usul anlatan bir kitapla karşılaşamıyordum. Bu durum beni okuma ve yazmaya karşı biraz küstürmüştü.
Neyse ki bu durum çok uzun sürmedi, keşif yeniden  açılmıştı. Ben acılar toplamayı seviyordum. Başkasının acılarını, toplumların acılarını… Acılarla besleniyordum adeta. Müziğin hüzünlüsünü, kitabın karakterinin iç dünyasındaki buhranlarını, sıkıntılarını, dışı ile içi arasındaki ikilemlerine şahit olmayı seviyordum. Başkalarının hüzünlerine ortak olduğumda, kendimi olgunlaşmış hissediyor, o acılarla var oluyordum. Aşırı sevinç bana göre değildi.
Savaş mağduru çocukların gözlerine çöküp yerleşmiş  olan  hüzün,  kader vurgunu gençlerin sevdikleri tarafından terkedildiklerinde hissettikleri karamsarlık,  kavuşamamış aşıkların yaşadığı  hicran, fakirlerin  boğazlarında düğümlenen yoksunluk duygusu,  hastaların  pamuk ipliğine bağladığı umutları, kötürümlerin asla yanlarından ayıramadıkları eksiklik hissiyatları,  mahrumiyet bölgesindeki halkların ezilmişlikleri, çektikleri ızdırapları, sıkıntıları; inleyen bir keman sesinde, içli bir rebab tınısında, kalbin hüznünü perçinleyen bir ud   taksiminde bulmak müzik ve hayatın iç içe geçtiğinin en güzel örneğiydi.
Toplumun konuştuğu dile yansıyan hüzünler;  ‘Kaplumbağalar Da Uçar’ filmini alt yazılı  izlemenin verdiği hüznü dublajın verememesi, Sareri Hovin Mernem’i dinlerken aldığım tadı,  güftenin çevirisini okuduğumda bulamamam, halkların yaşamlarındaki izlerin; müziğe, sese, dile, kültüre yerleşmiş olmasındandır.
Bu hüzün; andan zevk almayı engelleyecek kadar melankolik değil; daha çok  zuhurdaki hüzün tarafını hissetmeye çalışarak,  yaşananı kalbe dokunan yönüyle  benimsemektir.
Kitaplarda da bu durum geçerlidir. Her daim içinde hüzün barındıran satırlar beni alır götürür.  Kitap okurken onun içinde kaybolup bu dünyayla iletişimimin kopmasını sevmişimdir her zaman. Bu kitabın ne kadar sürükleyici olduğunu,  çaba harcamadan kitabın içine girebildiğimi gösterir.
Hüzün; her daim içimizde var olan ama; onu yok saymak için olabildiğine çabalar harcadığımız hüzün, ne yapıp edip en zayıf noktadan dışarı sızarak  bizi kendine katıp karıştırır. Tüm uğraşlara rağmen;  dünyaya delicesine kaptırmışken; aniden hatırlatır kendini. Varoluşsal yalnızlığıdır bu kişinin. Asla kabullenmek istemediği. Ötelere özlemin şimdiye yansımasıdır. Ötelere kavuşamamanın verdiği  bu hüzün; gerçek sahibimizle bir olamamanın, O’ndan ayrı düşmenin ıstırabıdır.
Bulutların gidişini izlemeyi, denizlerin ufuklarını seyreylemeyi sevişim belki o sonsuzluğa doğru gitmeyi isteyişimdendir. İsmet Özel’in uzaklara ve atlara hayranlığı  sonsuza ulaşma arzusunun bir  tezahürü değil midir?  Bir de aşağıdaki  şiirde Özel’in ötelere gitme hazırlığına hayranım ben de…
Mataramda Tuzlu Su/ İsmet Özel
Mataramdaki suya tuz ekledim, azığım yok
Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.
Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum
Görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta 
Askerken kantinden satın aldığım cep aynası
Bazı geceler çıkarken
Uçarı bir gülümseyişle takındığım muşta
Gibi lükslerim de burda kalacak
Siparişi yargıcılar tarafından verilmiş
Bu hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya
Taşımamı yasaklayan belgeyi imzaladım
Burada bitti artık işim, ocağım yok

Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.

28 Mayıs 2015 Perşembe

Yusuf'un Heykelini Düşürdüm mü Kırdım mı?






















Intro
Senden başka kime yazılır aşk şiiri Yusuf.


I-Tevriye

Zayi ettiler
Dile düşürdüler Yusuf'u
İsraf ettiler adını serbest uyakçı kof şairler
Ama dile gel söyle Yusuf
Senden başka kime yazılır aşk şiiri.

Bir şiir düşmüşse rahme
Bir şiire gebe kalmışsa ruhum
Başka hangi isimle doğabilirdi ki.

Ya da hazin durmadıysa bir mermerle öpüşmek fikri
Heykeline başka hangi ad münasip olabilirdi ki.

II-Tekrir

Dile gel dil-i lal heykel Yusuf
Bir kez olsun ruhumu öpmemiş zalim Yusuf
Hem kıssaların
Ve hem benzetmelerin en güzeli azam Yusuf.

III-Fahriye

Kötü bir aşığım, berbat bir şair
Ama aşık-ı sadık çıktım gördün mü Yusuf?
Senden başka kime şiir yazmışım hiç duydun mu Yusuf?
Çiçekli defterlere onlarca isim düşüre dursunlar onlar Yusuf
Benim tek maşuklu defterim ne soyludur Yusuf.

IV-İstifham

Seni onlarca kez öldürdüm
İçimi yüzlerce kez katlettim Yusuf
Geldin
Her defasında başka bir suretle geldin
Melek-ül mevtim olmaya geldin
Bu sefer hangi suretle geldin?
Hangi yüzle geldin Yusuf?

V-Kinaye

İnsan 1 kez ölür
Ben 1 kez aşık olacağım Yusuf
Hangi suretin gerçekti
Hangi yüzün sendin Yusuf
Hangi yüzün sensin Yusuf?

VI-6115

İşte ordasın gördüm Yusuf
Hem kendi hem hali Latif Yusuf
Varlığı varlığıma lütf olmuş Yusuf
Çok güzelmiş de tebesümü
Gamzeleri tebessümünü çerçeveletmiş Yusuf
Yüzünde adımları buseden serçeler yürütsünler Yusuf
Yüzüne tebessümü melekler kondursun.

VII-Telmih

Yusuf'un heykeline n'oldu
Yusuf'un heykelini kim kırdı
Ellerimden kayıp mı düştü?

Yoksa Bezm-i Elest'ten geldin de
İçimin putlarını sen mi kırdın Yusuf?

2015, Nisan.

29 Ekim 2014 Çarşamba

kırmızı pazartesi*


santiago nasar, kendi düşüncesine göre, kapalı yerdeki çiçeklerin kokusunun ölümle yakın bir ilişkisi olduğunu sık sık söylerdi.”




santiago nasar öldüğünde üzüldüm, hatta son sayfayı okurken üzülmeyi biraz abartıp gözlerime hakim olamadığım da söylenebilir. -oraya fazla girmiyoruz- bugünkü halimi görse bence nasar da üzülür, elini omzuma koyup, "üzülme kardeşim, her şey olacağına varır." derdi.
kimmiş bu nasar? kimin nesiymiş? dediğinizi duyar gibiyim.
biraz anlatayım..

gabriel garcia marquez'in okuduğum ilk romanı olan kırmızı pazartesi'nin bahtsız kahramanının adı santiago. nasar isminden de babasının kuzey afrika'dan kolombiya'ya göçen bir arap olduğunu anlıyoruz. romanı iki günde okuyup yazarın kısa ve öz, aynı zamanda akıcı ve çekici üslubunun büyüsünden bu satırları yazarken de kurtulamadığımı söyleyebilirim. hala okuduğum kitaplardan etkilenip bunun hakkında bir şeyler yazıyor olmak da beni ayrıca sevindirdi. -hatta mutlu bile oldum diyebilirim. nasar’a yeterince üzüldükten ve bunları yazmaya karar verdikten sonra-

içimde neredeyse kalmayan, üzerine su dökülüp tamamen söndürülmek üzere olan köze benzer yazma duygusunun üstüne kömür attıp yansın diye tüm nefesiyle üfürdüğü için rahmetli gabriel garcia marquez’e burdan teşekkür ediyorum. -toprağı bol olsun- hikayeden etkilenip bu yazıyı ve aşağıdaki şiir’i yazmama vesile olan kendisidir.
birazcık spoiler içerebilir ama bu, kitabı okumamanız için hiçbir şekilde bahane olamaz. olmasın.
okuyunuz okutturunuz.
üzülünüz, üzmeyiniz sayın okur.
buyurunuz.



“beni öldürdüler wene hala”
                  -santiago nasar

öldürüleceğini kendisinden başka herkesin bildiği
ve
kimsenin bir şey yap(a)madığı bir adamın hikayesi
arap bir babadan ve güney amerikalı bir anadan olma
kıvırcık saçı, yirmi yaşında
ölmeden önce bir saat uykuyla ayakta
hep ağaçlar görürdü rüyasında
ve annesi;
başkalarının rüyalarını yemekten önce aç karnına
anlatmaları koşuluyla doğru yorumlamakta
üstüne olamayan kadın
oğlunun gördüğü rüyada yok dedi hiçbir kötüuğursuz durum

“kader bizleri görünmez kılar” dedi savcı
birbirinden ayırt edilemeyecek kadar benzer ikiz kardeşler tarafından
evinin ve annesinin üç saniye önce kapattığı kapının önünde
arkadaşı onu başka yerde ararken
eski kasap bıçaklarıyla öldürüldü
üç gündür uyumayan ikizlerden ikincisi
-veya birinci olan-
“sanki iki kez uyanık olmak gibiydi”
diye anlatacaktı o günü,
yıllar sonra

santiago nasar’ı öldürdüler wene hala
neden öldürüldüğü hakkında hiçbir fikri olmadan.

28 Eylül 2014 Pazar

Bir Sınıfın Cenaze Töreni

İnanç, ne yalan ne de doğrudur. İnanç, düpedüz hakikattir. Hakikat ise senin hakkın olandır ve kimseyi inandırmaya hakkın yoktur. Bir kez gelmişse aklına hep orada kalır. Uğurladım sanırsın gitmez. Heves etmişsindir ve kalmıştır kursağında.

 “Ben bunun doğru olduğuna inanmıyorum!” diye haykırıyor adam.

Yıllardır çalıştığı okulda taht kurmuş hoca sandalyesinden sınıfa doğru inliyordu. Bir türlü anlayamadığı ve bu yüzden de tahammül edemediği o kıza ve başındaki örtüsüne bakarak. Kız tüm sınıfın fav.ladığı tweetlerin gezdiği eylemlerin geçtiği kafelerin üzerinden geçerek karşılıyor öğretim görevlisini.
“İlk aklınla değil gönlünle inanırsın. Aklın yetişemediği yerdir kalp. Çünkü inanç, bir müslümanı camiye götüren akıl hafızası ya da ayakları değil gönlüyle kanıtladığı vazifesidir.” Diyor kız, adama karşılık vermezcesine.  

Adam neye uğradığını şaşırarak gözden geçiriyor okuduğu kalın kitapları. Öyle demiyordur çünkü bilgi ona; Müslüman bilmez zırcahildir. Hacıyla hocayla uğraştığından kitap yüzü açmaz. Bütün her şey bizde var. Bizim yazdığımız ve okuduğumuz kitapta. Gerisini görmez ama yine da onlar kara yobazdır nerede ne yapacaklarını bilmezler at gözlükleriyle. Hem Müslüman mazlumdur. Hep itilir bilmez öyle laflar etmesini ki dirensin (!)

“Ve müslüman asla sabah beş yatsı on çalışan vazifeli bir memur değildir. Müslüman, yaşamına inanan ve inancını yaşayan ölümlü bir insandır.” Diye direnir kız her cümlenin hakkını vererek nefes aralarında. “Mesela bir memur gittiği her yerde vazifesini yapmaz. Memuriyeti yalnızca mesai saati içindedir.”

Sınıf, adamın gelmişini geçmişini sayıyordu içinden.
 “Bir ki üç”;

 Fakat müslümanın mesaisi kalu beladan başlar;

“Sıfır”

 Verdiği söz ancak ölümüyle tamamlanır. Ve insan nasıl yaşarsa öyle tamamlanacaktır.
Adam alt olduğu hissederken bir kez daha inkar eder saygınlığı üstüne; burası üniversite tabi herkes kendi görüşünü söylemeli, derken tersine dönüyordu tüm bildikleri.

Dünya, çocukluğunda duyduklarının hep tam tersidir aslında. Bu dünya da yarım bıraktığın her şey seni arkandan ağlatacaktır. Şimdi ağlayıp sızlanmadığın her günahın ve secdeden esirgediğin her anın yetim bir çocuğun gözü önündeki donatılmış sofradan esirgemiş gibi olacaktır.

Kızın söylediklerinin gerçeklik payı örtüsüne hayranlığını bir kat daha artırsa da kızın edebiyle gizlediği o bakışları arasında gizler kibrini.

Ve sonunda ders biter,
sınıf dağılır,
hoca bakar,
kız susar.

Fakat ne zaman her şeyi geriye almak, ait olduğun yere döndürmek istersen o zaman taşı gediğene oturtup o yola yetiştirileceksin. Bu yol ki bir rıza dışına çıkılmayan ve bu öyle bir çıkılmayan yol ki seni tüm yollardan koruyandır. 

Yanlış yoldayım demek doğru bildiklerinin üstüne asfalt dökmek kadar zordur. Bir hoca kalın kitaplar içinde bulduğu önyargılarını kolay aşamaz belki ama bir öğrenci okuduğu tek kitaptan sonra bütün tağutları yıkacak bir imana sahip olabilir.



18 Eylül 2014 Perşembe

Gurbete Gidecek Üniversite Öğrencisine Bazı Öğütler


Diferansiyelden, fizikten, calculus'tan
umudum kesik değil diye
kopye çekmeyip de
kalırsan sınıfta,
okursan on yıl, on beş yıl
Daha da okuyacağından başka,
‘bakaydım kağıdın ucundan
Bir dürbün gibi keşke’’
Demiyeceksin,
Belki bahtiyarlık değildir artık,
Boynunun borcudur fakat,
Düşmana inat
Bir gün fazla okumak.

Gurbette bir tarafınla yapayalnız kalabilirsin,
Altıncı senende birinci sınıf dersi almak gibi.
Fakat öbür tarafın
İşsiz mezunların kalabalığına
Öylesine karışmalı ki,
Sen ürpermelisin okulda,
Doksanüç alan kpss ile atanamasa.
Gurbette mail beklemek,
Yanık türküler söylemek bir de,
Bir de gözünü laptopa dikip sabahlamak
Tatlıdır ama tehlikelidir.

Finalden finale yüzüne bak,
Unut agno'nu
Koru kendini kötü hocadan,
Bir de bahar akşamlarından;
Bir de makarnayı
Son lokmasına dek yemeği,
Bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.
Bir de kimbilir,
Sevdiğin kadın sevmez olur,
Ufak bir iş deme,
AA beklediğin büt, kalmış gibi gelir,
gurbetteki adama.
gurbette kebabı, köfteyi düşünmek fena,
makarnayı, yumurtayı düşünmek iyi.
Durup dinlenmeden kopye çekmeyi,
Bir de sörfü tavsiye ederim sana,
Bir de batak öğrenmeyi.
Yani üniversitede onyıl, on beş yıl,
Daha da fazla hatta
Geçirilmez değil,
Geçirilir,
Kesilmesin yeter ki
burslar, KYK'nın verdiği ufak gelir!

*N.Hikmet Ran'ın şiirinden şey edilmiştir.

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Dünyada küsen her çocuk kadar haklıdır gazze

Dünyada zulüm var!
Filistin'de heves etmiş delikanlılar, mutlu son bekleyen genç kız hayalleri, namuslar,incitilmiş ve kimsesiz yürekler topraklar, anneler, çocuklar, aileler işgal olurken ülkemizde "ben işimi sağlama alayım"cı zihinler; batıda ise vicdanını yitirmiş insanlık...

Yaşadığımız ülkenin lideri, İslamın dünyadaki sesi diye anılırken sözlerinin bir ses sanatçısının kınamasından öte gidememesi ve sürekli konuyu sidik yarışına dönüştürüp okyanus ötelerinde amerikanın kucağındaki adamdan medet ummasını eleştirmek elbette siyasiden önce vicdani bir farktır.

Geçenlerde misafir gelen bi çocukla epey oynadık. Ben çocukları çok severim. O da beni sevdi. Derken biraz yorulduk ben içeride otururken o da benim kitaplarımı almış önüne bi güzel yırtmış. Tabi ben sinirlendim ama pek bişey diyemedim ne de olsa çocuk... Fakat annesi benim kadar iyi niyetli olmadı. Annesi bunu az biraz fırçalarken ben müdahale edemezdim tabi ama bana öyle bi baktı ki o küçücük yüreğinin kırıldığını öyle hissettim ki o an yerin dibine geçmek istedim. Ve sonra gidene kadar benimle konuşmadı. Bi köşe de oturup sürekli sustu. Gözleri hep dolu dolu ve kırgın şekilde izledi.
Çocuklar anlar. Derler ya hep öyleymiş gerçekten. Ama bende anladım bi çocuğun gönlünü kırmanın ne demek olduğunu. Ellerinin ve kalbinin küçüklüğüne rağmen gözlerinin ve gönlünün derinliğini suskunluğuyla anlattı bana.
Şimdi oradaki hangi zulmün ya da masum bir çocuğun kanlar içindeki fotoğrafını paylaşsam bi fotoroman olarak kalacak.
Oysa kalmasın öyle burada okunup kalmasın bu yazı ve gazzeli çocukların gözlerinde yaş kalmasın artık.
Sesimizi yükseltelim, bi şeyler yapalım. Meydanlarda "Kahrolsun Siyonizm ve ona boyun eğenler" diye bağıralım. Ya da onları desteklemeyen yönetimleri desteklemeyelim ve bi etrafımıza bakalım kim icraata geçmiş kim yine kınamış.
Ve en çok da onları hep hatırlayalım çünkü biz unuttukça devam edecek;
dualarımızda, boykotlarımız da, harçlıklarımız da, hıçkırıklarımız da...

15 Temmuz 2014 Salı

Gazze’de Bebekler Ölür Biz Yine Yaşarız

Gazze’de bebekler ölür biz yine yaşarız. Utanmadan yaşarız. Hala bir işimiz olmadığına dertleniriz. Neden daha konforlu yaşayamadığımıza. Güzelleşmeyi düşünürüz, eşe dosta şık görünmeyi. Aman bir ayakkabı daha alsam ne olur'u düşünürüz.

Gazze’de bebekler ölür, biz üç kuruşluk aşk acısı çekeriz. Ah kalbimiz ne çok incinir. Beyaz atlı prensler düşünürüz. Seksi bedenli doku torbası kadın bedenleri düzmeyi, ıslak erkek rüyalarda. Ah aşk düşünürüz biz, meşk düşünürüz malayani malayani.

Gazze’de bebekler ölür tivitırda İsrail’e bok atarız ancak. Elimizdeki Coca Colalarla bok atarız ancak. Kafam kırılsın hala Coca Cola içeriz. Nestle hala çikolata pazarının çeyreğine sahip olur bu ülkede.

Gazze’de dünyanın kendilerinin yüzü suyu hürmetine yaratıldığına inanan(!) kendinden olmayan tüm insan kardeşlerini “gom” olarak gören, ruhları kin ve kibirle hastalanmış, şeytan kibrini din saymış, bebekleri ve kadınları öldürecek kadar kalpleri kin bağlamış bu insandoğmuşlar Kudüs’e Cennet Krallığı kurmayı düşünür. Hayır, Cehennem Krallığı.

Gazze’de bebekler ölür, gerizekalı gerizekalı cümleler düzeriz peş peşe. Elimizden bi bok gelmiyor bari oturduğumuz yerden küfredelim'i seçeriz suçlu suçlu. Ne de olsa “kalben buğz ediniz” hadisi var ya, bir o hadisle sünnetini yaşayalım zaten Muhammed’in.

Gazze’de bebekler ölür ve doğmuş olmaktan başka meziyeti olmayan bu sefil bedenim, mazlum kaderim, güçsüz kollarım, kırılmış kalbim, öfkeli ruhum, öfkeli ruhum, öfkeli ruhum, milyon kere öfkeli ruhum koltuk üzerinde kendini yiyip bitirir boş yere.

Kendimi, tüm mazlumların sefilliğini ve bu lanet olasıca mazlum karakteri sana şikâyet ediyorum Müntekim. Sana halimizi şikâyet ediyorum. Güçsüzlüğümüzü ve nefret ettiğim mazlumluğumuzu.

Mazlumluktan nefret ediyorum. Müntekim istiyorum, Müntekim istiyorum. Sadece Müslümanlar için değil, tüm dünya mazlumları için Müntekim istiyorum.

Gazze’de bebekler ölmesin ve Gazze’de tüm insanlık zalime karşı Müntekim olsun. Artık yenilmesin. Nolur yenilmesin. Kahretsin, nolur yenilmesin.

1 Temmuz 2014 Salı

pencüsi

bilmiyorum. harakiri yapmamalıyım. çünkü, cesedimi bulamayabilirler. hatta haberleri bile olmayabilir harakirimden insanların. haberleri olmalı mı? bilmiyorum.
harakiri yapmamalıyım. çünkü kevser suyundan kana kana içemeyebiliriz. üç yudumda mı içmem gerekir? bilmiyorum.
harakiri yapmamalıyım. çünkü bütünlemesi açıklanmayan sınavlar var henüz. belki elliyle geçersem, mutluluk hormonu salgılar pigmentlerim. mutlu olmak mecburi midir? bilemiyorum.
harakiri yaparsam eğer, ıssız bir adaya gittiğimi ve orada keyif sürdüğümü zannedebilir komşularım. ıssız bir ada ve keyif? sanmıyorum.
harakiri yapmamalıyım. çünkü harakiri yaparsam, deli hükmü giyerim ve ancak o şekilde islami usullere göre defnedilir cesedim. delirmemek elde mi? bilemiyorum. harakiri yapmamalıyım.
harakiri yapmamalıyım. çünkü korkarım, yüksekten ve boğulmaktan. anladım sanırım.
neden harakiri yapaydım ki? bir banka soymak veya bir mafyaya tükürüp beyne yenilen kurşunla özkütlemi artırmak varken?
biliyorum. gerçekten biliyor muyum bilmiyorum.

4 Haziran 2014 Çarşamba

İçimde Mümin Betimler Var

Akşam karası, gök gürlemesi ve Kocatepe'nin balkonları. Akşam ezanı okunmamış ve lambalar yanmamış henüz. Sarı ışık loşluğu ve hoşluğunda ortam, yazdım ki yandı şimdi lambalar. Ve gök gürlüyor iyice. Şimdi de 'toplanma yerine' Mikail'in bağırışları düşüyor.

Keşke fırtına çıksa. İkindi yağmuruna zaten tutuldum, paçalarım zaten çamurlu, üstüm başım da helak olsa. Beş liraya aldığım naylon şemsiyem dağılsa. Helak olsa. Helak olsa.

Caddeler kalabalık, burası ıssız. İçim kalabalık, dışım sessiz. Belki de biraz expresyonist olmalıyım.

Aylardır buradayım ve ilk kez bir ezan vakti bekliyorum. Beklemek bana göre değil oysa. Son an'a yetişmek, koşar adım yetişmek benimkisi.

Lambalar sönsün. Yağmur delileşsin ve fırtına çıksın. Bu bozkır yanıklığına bir fırtına vursun. Öyle kuru kuru durmasın fırtına çıksın. Fırtına çıksın.

Fırtına çıkarsa gök expresyonist davranmayı başarıyor demektir. Ve şimdi yağmur sesleri. Sağanağa dönüşmüş yağmur sesleri.

Güzellikleri de yaratan zatına hamd olsun.

29 Mayıs 2014 Perşembe

Karanlık


Karanlığı özledim bir gece.
Endişeden dikilmiş elbisem üzerimde
Yürüdüm, nereye baksam
Hüzünlü gözleriyle karşılaştım dünyanın.
Dünya bir ayna değilse;
Kömür rengi cenazeler, yerin altındaki adamlar,
Yalanlar, nükleer santraller, kürtajlar
İşkenceler, iftiralar, katliamlar,
Hepsi gerçek.


Yürüdüm, dünya gözlerimde
Soru sormak hakkımı düşürmüşüm cebimden,
Aklımdan trenler trenler
trenler dolusu kelime geçiyor da
Varmıyorlar dilime
Bu yüzden kuşların kanatlarına sakladım dertlerimi
Gece bitmeden
Ruhların seferine bir bilet de ben istedim.

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Vampirin Vicdanı



 Ben Özden Vampir. Atalarımdan bana miras kalan sermaye ile Türkiye'nin Soma isimli herhangi bir yerinde kömür madeni işletiyorum. Soyadıma baktığınızda Dracula soyundan geldiğim besbelli değil mi? Sülalecek pek severiz çaresiz işçilerin kanını emmeyi. Büyük dedem kan fazlalığından ölen tek insandır mesela. Çoğu insan kan kaybından ölürken, kendisi tıp alemine dahi ana-avrat  sövdürtecek soylu bir ölümle aramızdan ayrıldı.
Yalnız hanedanımızın bu aralar işçi kanıyla başı dertte. Zamanında kana kana içtiğimiz işçi kanları şimdi oluk oluk akarak hepimizi boğmak üzere. Onlarca yıldır süregelen bu sermaye verasetimizde atalarım zenginliğin tadını çıkarırken bu lüksün diyetini bana ödetmeyi uygun görmüş alemlerin rabb
i. Tamda koltuğumu başkalarına devrediyorum derken; bir anda yakamı iki cihanda da bir araya getirtmeyecek eller yakaladı.
 Evet, madende işler yolunda gitmedi ve üç yüz bir işçi sanki aralarında anlaşmış gibi, sanki güç birliği yapmış gibi, sanki hepsi bir araya toplanıp dev bir Muhammed Ali Cley oluşturarak itibarımı ve servetimi öldüresiye yumruklarcasına zehirlenerek öldüler. kader, şahımı yeyip mat etmek için son bir hamle bekler gibi pis pis sırıtıyor. şimdi yönetim ekibimizle birlikte mat olmaktan kurtulmak için kara kara düşünüyoruz. önceleri:  " aman canım iş kazası maden işinin fıtratında var. Olur böyle şeyler." deyip kurtulalım dedik ama nasıl olsa toplumda kabul görmüş bir soydaşım bu açıklamayı yapar diye hiç o toplara girmedik.
 Vicdanla tanışmam pek geç oldu. Bugün işçilerden birinin annesi karşıma dikildi. " bir ayağı çukurda " deyiminin canlı örneği sayılırdı ki; topallayarak zor bela gelmişti yanıma. Bana ettiği laflar, sanki içimde kuluçka dönemini tamamlamış bir canavar yavrusu gibi kabuğundan fırlayıp içimi paramparça etmişti. " Oğlumun vasiyetiymiş; kurtulan arkadaşı söyledi. Çok susamış Mustafa'm içerde. -Anam herkese su dağıtsın- demiş. Buyur evladım." deyip elime bir metal bardakta tutuşturduğu suyu, içimde madendekinden daha hararetli başlayan yangını söndürmek için gayriihtiyari içmek zorunda kaldım.
 Daha önce görmediğim bir varlıktan sopa yememiştim.
Daha önce görmediğim bir varlık içimde, haram lokmalarla dolu olan bağırsaklarımı boynuma dolayıp canıma kast etmemişti.
Daha önce görmediğim bir varlık şehadetimi isteyen bir cellat gibi tepeme baltasıyla dikilmemişti.
Daha önce görmediğim bir varlıkla sırat köprüsünde ölüm mücadelesine kapışmamıştım.
 Geleneklerimize göre böylesine savunmasız kalamazdı hiçbir vampir. Varlık içindeki hayatımı bir sonraki vampire devretmek üzereyken ismi "Vicdan" olan ve ruhumun derinliklerinde ikamet eden genç bir düşmana sahip olmuştum.
 Bu yaşımdan sonra karşımdaki kocakarının bir ayağı çukurdayken, onun bir sözüyle benim iki ayağım çukura girmiş hatta boğazıma kadar b.ka batmıştım. Vicdanımın karası kömürden gelmediği gibi kocakarının bir tas suyuyla da aklanmazdı elbette...