Metrobüs turuncuları hayatımı şenlendiriyor. Napoleon Dynamite filmiyle tanıdığım aktörden mülhem onlara kısaca Jon adını vereceğim.
Geçenlerde metrobüste arkadaki dört karşılıklı koltuktan birine oturdum ve çantamdan kitabımı çıkardım. Yanımda oturan adam elimdeki kitaba doğru eğilerek onun hakkında bir şeyler söylemeye çabaladı. Ona yöneldim ve turuncu saçlarından onun Jon olduğunu anladım. Sordu:
-Ali Şeriati mi okuyorsun? (Karadenizli bir Jon’du fakat maalesef şiveli yazma konusunda iyi değilim.)
-Evet.
-O mezhepsizmiş!
-Mezhepsiz mi? Mezhepsiz ne demek?
-Hani dört mezhep var ya Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli.
-İyi de hepimiz bir Allah’a, onun peygamberine, indirdiği kitaba inanıyoruz. Biz Rasulullah’ın ümmetiyiz, mezheplerse sonradan ortaya çıkmış ayrımlar. Bu insan ki Müslüman bir yazar, Müslümanların dertleriyle dertlenmiş bir yazar, onu okuduğum zaman öğütler alabiliyorum. Kaldı ki Müslüman olmayan bir yazarı okumakta da bir beis görmüyorum. Okuduğum her şeyi kabulleniyorum diye bir şey yok, onları ölçüp tartabilirim, iyiyi kötüyü ayırt edebilirim.
-Ama..
Anlamadı. Sanırım acıdı bana biraz, yanlış yola sapmışım gibi. Sonra bir hocayı sordu, tanıyor musun onu dedi. Tanımıyordum. Çok önemli olduğundan bahsetti o hocanın. Akabinde çantasından çantası kadar büyük bir kitap çıkardı:
-Kitap okuyorsun, sana o hocanın kitabını hediye edeyim, onu da oku.
Olmaz, adını alsam yeter bulurum kitabı, hem daha okumam gereken başka kitaplar var dedimse de yok. Biz basıyoruz bunu, bende daha var dedi. Çaresiz kabul ettim.
Karadenizli Jon’dan çok önce kaptan Jon’la karşılaştım. Tıklım tıklım bir metrobüse, yanımda arkadaşımla ön kapıdan binmiştik. Burun buruna geldiğimiz adam uçları sivri bıyıkları olan bir turuncu saçlıydı. Otobüsün doluluğundan şikâyetle muhabbete girip öğrenciliğimizden konuyu derinleştirdi. Nezaketen onun da ne iş yaptığını sorduk.
-Kaptanım, dedi. Ülkeler geziyorum, insanlar türlü türlü. Denizdeyken çok yalnız kalıyor insan, uçsuz bucaksız sular üstünde bir gemi. Ama kıyılar öyle değil, insanlar var hareketli.
Hindistan’a, Çin’e gittiğinden bahsetti ve Romanya’ya ve Ukrayna’ya. Birçok dil öğrenmek istiyordu kaptan. Böyle hikâyeler, tecrübeler anlatan insana etraftakiler de kulak kesiliyordu.
-İstanbul’u özlüyorum ama uzun süre kalınca da sıkılıyorum, dedi. Seyahat güzel, ah yalnızlık olmasa.
Önce indiğim için arkadaşım kaptan Jon’la yalnız kalmıştı. Son durakta birlikte inmişler ve kaptan kim bilir dile getirip durduğu yalnızlık derdiyle de bağlantılı olarak kahve içmek istediğini söylemişti arkadaşa. O ise tabi reddedip kaçar gibi oradan uzaklaşmış.
Ve yıllar önce yine bir metrobüsün o dörtlü kısmına oturup elime bir kitap almıştım ki karşı çaprazımda oturan, turuncu saçlı bir adam seslendi:
-Kitabınıza bakabilir miyim? Cemil Meriç mi okuyorsunuz?
-Tabi, buyrun. Cemil Meriç’in kendi kitabı değil, Ümit Meriç babasını anlatmış bu kitapta.
Kitabı aldı, arkasını çevirip sesli olarak okumaya başladı. Ses tonu zengin, diksiyonu düzgün, vurguları monolog yapar gibi belirgindi. Sonuna kadar okudu, bitince:
-Güzelmiş, dedi. Cemil Meriç çok önemli bir düşünürümüz. Öğrenci misin?
-Evet, dedim.
Konu İngilizce hazırlık okumakta olduğuma geldi. Ve eğlenceli teklifsiz adam İngilizce konuşmaya başladı. Başından beri çevremizde üstümüze bakan gözler, ses tellerimizin titreşiminini dinleyen kulaklar artık daha da dikkat kesildiler. İngilizcesi çok iyiydi. Okuldan, bölümden, dilden, memleketten, İstanbul’dan konuştuk, konuşturdu da denebilir. Bu Jon’la ilk tanışmamızdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
isminizi ya da mahlasınızı belirtmediğiniz sürece yorumlarınızın yayınlanmama ihtimali vardır.