30 Aralık 2013 Pazartesi

iki kitap bir yazar


Ben doğmadan bir asır önceleri bildiğim ve bilmediğim topraklarda nefes almak an itibari ile gündelik hayattan bunalmış zihnime bir aydınlanma getirdi, öyle ki, hiç gitmediğim Antalya'nın küçümen bir köyünden (KARABİBİK), 3 ay kadar yaşadığım İstanbul Kağıthane (ZEHRA) 'nin bozulmamış çehresine cumburlop atladım. Tam olarak bir süreç yaşıyamamam Karabibik'in roman beklerken hikaye çıkmasından kanımca....

Döneminin ilk İstanbul dışı eseri ve gerçekçilik akımını savunan yapıtı....Nabizade Nazım Beyin Karabibik-Zehra'sı. Bu tarz kalıpları eleştirmenin anlamlı olduğunu düşünmüyorum fakat hissi davranaraktan konuya, işleniş biçemine takılıyorum. Akımlar insan uydurması değil mi ki? Dünya var olduğunda onlar yoktu, hatta bir tanesi oluşurken diğeri gölgede kalmakta, hatta can çekişmekte belki ölmekte.

Gerçekçilik... Karakterin ruh halini tüm renkleriyle hissetmek kendi ahvalinizden sıyrılıp küçük bir pencere yok yok minik bir kapı aralığından ılıman bir hava akımının yüzünüzü gıdıklaması gibi... Acı var, sizin değil ama SİZİN, mutluluk keza... Karabibik'in iki öküz için gecelerce hayal kurması, civar köylerde borç alacak kişi ararken müslüman hristiyan ayırt etmeksizin yöreye has sevimli şivesi ile konuşması... Bunlar insanı zamanın ve mekanın dışına çıkararak okuyucuyu çok ekonomik fakat benzersiz bir gezintiye çağırıyor. Lakin Hekimin hanımına karşı hissiyatı, kızını everdikten sonra yaşadıkları... Köylü birinin hayatından kesit... Bir okuyucu olarak başlanmış bir romanı yazmaktan hoşlanmıyorum, keşke bu kadar güzel ortaya çıkarılan bir karakter bu kadar ömürsüz olmayaydı. Bitmemişlik hissi, tamamlanmamışlık duygusu beni mutlu etmedi.

Hemen ardından gelen Zehra, konuşma dili ve çevrenin Karabibik’ten farklılığı yazarla ilgili en ufak bir bağlantıya izin vermiyor. Fakat insan İstanbul'da doğmuş Nazım, acaba Antalya'nın bir köyünü anlatırken korkmuş, minik hikayesinin büyüsü bozulur diye öteye gitmemiş olabilir mi diye sormadan edemiyor ki Karabibik'teki yarı yolda koma, Zehra'da o kadar tamamlanmış ki, tüm karakterlerin hayatı işleniyor, duygularına yer veriliyor ve hatta her biri bir başka şekilde sonlandırılıyor. O günün şartlarını düşünürsek (ki çok da düşünebildiğim söylenemez) ellerine sağlık Nabizade Nazım, sen elinden geleni yapmış olmalısın.

-sosyal sığıntı-

20 Aralık 2013 Cuma

geç kağıdı


bir gün gene hava yağmurlu. [zengin girişi yaptım] mevsimlerden kış, aylardan hatırlamıyorum.
sabah altıda kalkıp yirmi dakka -yirmibeş de olabilir- yürüme mesafesinde olan okula gitmem lazım. altı buçukta ders başlıyor.
sobalı bir evde büyüdüyseniz gece sıcacık sobayla yatıp sabah kalktığınızda evde değil de dışarda yatmış gibi bir soğukla karşılaşacağınızı bilirsiniz uyanınca da yorganı hemen kafaya çeker yatağın içindeki o sıcaklıkta ölene kadar uyumak istersiniz. ben de aynen öyle yaptım. nerdeyse dizlerim ağzıma girecek şekilde bükülüp tekrar sevgili döşeğime gömülüp sevgili yorganıma sarıldım. öyle bir sıcaklık ki insanın ayı olup 3-5 ay kış uykusuna yatası gelir. öyle bi günlerden birindeyiz. lise 2 olması lazım ikinci saat inkılap tarihi dersinden sınav var tarihin en sevmediğim zamanları. ulan dedim "yat feridun, sınav ikinci ders zaten 40 dakka daha sana müsade" kendime izin verdim. sabahın köründe uyanıp tekrar uyumanın verdiği mutlulukla tekrar uyudum. mışıl mışıl uykum kendi kurduğum telefonun o mal sesiyle bozuldu, kalktım üstümü başımı giyinip yola koyuldum.

zaten yağmur yağıyo diye yüzümü bile yıkamadım yağmur yıkamıştır. tam tenefüse denk getirdim giriş saatini zil çalınca sınıfa girdim duvar kenarındaki yerime oturdum. en sevdiğim yer duvar kenarıydı çünkü hem iyi kopya çekiliyordu hem de sırtımı dayayacak bir duvarın yokluğunu da bu sayede hissetmiyordum.

-tipsiz hoca içeri girer-

[lan dersi zaten sevmiyorum bir de bu gıcık, ayar ve uyuz olduğum hoca derse girince ben ilk çağ uygarlığından başlayıp nerdeyse bütün insanlık tarihinden soğuyacakmış gibi oluyordum. gerçi devamsızlık haklarımın çoğunu bu ders için kullanarak kendimi tarihten soğumaktan lise iki boyunca uzaklaştırmayı başarmıştım. o ayrı.]

tipsiz hoca içeri girmişti
evet.
[sonra hemen beni gördü tabi tipsiz tipsizi çeker ya]

-sen yeni mi geldin?
+evet hocam. [sıçan gibi olmuşuz tabi hemen anladı kamil. feci zeki]
-o zaman git idareden geç kağıdı al gel yoksa sınava giremezsin.

[allah allaaahh! bak ya bak hareketlere bak! şunun laflara bak. niye sevmediğimi uyuz olduğumu daha da anlatmaya gerek yok sanırım görüyorsunuz arkadaşlar. içimden tövbe ve estağfurullahlar çekerek sen sabır ver ya rabbelalemin diyerek cevap verdim.]

+ hocam ilk ders gelmediğim için yarım gün yok yazılıyorum zaten. geç kağıdına ne gerek var.
[ben zaten yarım gün yok yazılmayı göze almışım hoca sen ne diyon]
- yok ille de geç kağıdı yoksa sınava almam.

[ben dellendim tabi, daha saçlarımdan ağzıma yüzüme sular damlıyo. rahmet sadece benim üzerime yağmış sanki. ne güzel nurlanmışım. ama fazla sürmedi bu nur. çıktım tamam dedim hoca nalet gitsin. idareye giderken hocanın bütün ahbab ve sülalesiyle tanış oldum tabi.
neyse müdür, müdür yardımcısı yok bilmem kaçıncı müdür yarımcısı yok cart yok curt girdim çıktım. bunlara yağ bal çeken bi adam da olmadığım için bana kelek yaptılar tabi vermediler geç kağıdı mı neyse nası saçma bi kağıtsa artık kimse vermeye yanaşmadı çok değerli bi kağıt parçası ya. çıktım sınıfa]

+ vermediler hocam, geç kağıdı kalmamış. -bitmiş geç kağıdı kolay mı öyle geç kağıdı bulmak o zamanlar heeeyy!  ben istedim ya kalmaz. geç kağıdı kalmadı diye bişey mi olur lan!-
- yok o zaman sınava alamam.
dedi.

[tamam dedim hatta tamam demedim hiç bişey demeden çıktım sınıftan. o an benim aklım zaten geç kağıdında sınavı falan unuttum. sanıyor ki ben, "hocam nolur, hocam yapmayın, elinizi ayağınızı öpiym beni sınava alın" dicem ben, beeeen! çok bekledi tabi. netice itibariyle sınava giremedik. aslan gibi sıfırımızı aldık oturduk. 2 sınav oluyo bi de ikinciden 90 veya 100 almam lazım ki geçiym dersten. yoksa kaldık]

gel zaman geç zaman ikinci sınav zamanı geldi. ben tabi köpek gibi çalışmışım inkılabından giriyorum ihtilalinden çıkıyorum sivas kongresi senin havza genelgesi benim ver allahım ver.  girdim sınava çatır çutur yaptım tabi. bizim tipsiz sınavdan sonraki ders sınıfa geldi sınavı okuyo.

-ahmet mahmut 60
-ayşe fatma 80
-hebele hübele 70
-feridun demir 95. feridun demir 95 feridun demir!

ben duvar kenarındaki sıramda oturmuş sırtımı duvara vermişim. ağzımın sağ tarafını yukarıya kaldırıp gözlerimi kısmak ve sağ elimdeki sıfır 7 rotring kaleme havada artistik patinaj, havada ters takla falan yaptırarak gülüyorum. tipsiz gözlüğünü indirip "kim bu 95 alan lan merak ettim" der gibi iki saniyelik bi bakış attıktan sonra hemen sınav kağıtlarını okumaya devam etti. sınav sonucunu öğrendikten sonra ben hemen okuldan kaçıp döşeğimdeki sıcaklık daha tam soğumadan aynı surat ifadesiyle eve ulaşmak için koşarak okuldan uzaklaştım.

[eve geldiğimde pantolonun arka tarafı benek benek çamur olmuştu. nasıl oluyodu da yürürken ayakkabıdan sıçrayan su damlaları pantolona yapışıyordu hala çözemedim. sanırım bu da ergenlikle alakalı bi durum.]

hamiş: ne mutlu bana ki şu an hocanın adını bile hatırlamıyorum. şükür yüzü de çok az kaldı silinmek üzere. kafamda yer kaplayacak çapta biri değildi zaten.

22 Kasım 2013 Cuma

takvimlerden haberin yok mu?



yeni nesil takvimler yüzünden takvim yaprağı okuma alışkanlığımızı kaybettik.
yeni çocuğu olan aileler çocuklarına isim bulakta zorlanırken,
annelerimiz akşama ne yemek yapacaklarını bulamıyor.
"tarihte bugün"ü okuyamadığı için gençlerimiz tarih şuurundan yoksun büyüyor.
"bunları biliyor musunuz"u bilemeyen insanlar ilimden yoksun hayatlarına devam etmek zorunda kalıyor,
kıssadan hissesini alamayan çocuklar yanlış kararlar vererek yollarını kaybediyor.
bu yüzden,
kahrolsun masa takvimleri!
kahrolsun şeffaf bant üzerinde kırmızı çerçeveyle içinde bulunulan günü gösteren takvimler!
yaşasın yaprak yaprak bilgi dolu,
ilim kokan takvimler!

20 Ekim 2013 Pazar

Nereye Kadar ?


Bu çocukların ellerinden aldığınız hayalleri, sevinçleri ve elmalı şekerleri yetmedi mi hala dibine kadar bataklığa bulaşmış kibirli gururlarınıza?
Kurutmadı mı hasetlerinizi, oyun oynayan çocukların üzerine yakar top niyetine attığınız bombalar?
Yürüdüğünüz yolları, giydiğiniz elbiseleri Müslümanların kanıyla örüyorsunuz.
Sözlüklerinizden empatiyi,
Gözlerinizden şefkati,
Kalbinizden merhameti,
Elinizden hayrı,
Ruhunuzdaki masumiyeti ne zaman yitirdiniz?

Bu çığlıklar geceleri kabusunuz olmuyorsa, ahlar başınıza çorap örmüyorsa, hesabınız mahşere kaldığı içindir.

Not: Orada hesabı, kirli bulaşıklarınızı yıkayarak ödeyemezsiniz!

6 Ekim 2013 Pazar

Huzurunda

Dış dünyanın keşmekeşini, İsmet Özel edebiyatıyla anlatma yeteneğim yok. Sadece hiç bitmeyen içimi dökme çabalarım var. Gün geçtikçezedelenen teslimiyet duyguları, daha bir isyankar, daha bir iddialı.Pişirilmiş çamurun, zifiri korkusu diyor. Ben ise pişirilmiş çamurun aslını unutarak, çamura saplanışı diyorum.'İçimde bir isyan şiiri var ben onu yakalayacağım' derken Sezai bey; müstehakına isyan; layıkına teslimiyettir aslında ikisi arasındaki fark.Zihnimde uçuşan dizeler, kanatlarınıza tutunup sizin diyarınızdayaşamaya talibim, alan yok mu beni? Bu diyarda yaşamaklar zor,sevdalanmaklar zor, evlenmekler zor, ölmek bile zor.Kolay olan ne o zaman diye düşünüyorum. İnsanoğlunun yaşam şeridinde, hiçbir şeyi hakkıyla yapamadan, kemirerek yaşayan fareler gibi ondan biraz bundan biraz diyerek, hızla akan su kaydırağında uçuşarak en sonunda boğulacakları havuzun dibi. the end. sonunuz nasıl olsun isterdiniz?İnsanları bırak da dön bir içine bak. İçimde cenkler,ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, bekleyişler bekleyişler bekleyişler bekleyişler bekleyişler bekleyişler. Anna. Ah Anna! Neredesin, kimsin çık artık ortaya! Çık da Hira dinginliği kaplasın Tarık Abi'yi.O her bekleyişler dediğinde başka bir bekleme, neyi beklediğini bilmeden, bir bekleme kaplıyor işte odamın içini. Ah Anna sen kaç köşeli yıldızsın? Tarık Tufan ile Sezai Karakoç'u aldım birbirine çarptım da böldüm; ortada köşeli Anna. Anna'nın bir köşesi sen, bir köşesi ben; bir köşede çocuk bir köşede anne peki ya baş köşede kim? Aşk neydi; ölümün mazereti?

Ademin talihinden bize düşen pay nekadar? Genciz işte bir gençlik heyecanı. Büyük amcaların kararlarını anlayamamaktı bizim için güzel olan. Onlara kafa tutmaktı gençlik. Genç iken kurulan hayaller, idealler... Hep mi sonu o amcalarınkilere benzeyecek? Dünya alma beni çarkına, Leyla gibi Londra'nın ortasında kalsam da hep çocuk kalsam. İçimde İstanbul çalkalanıyor. İstanbul kalmıyor. Hangi köşesinde huzur, o köşesinde sen varsın Efendim...Bahçende, huzurunda, kıldığım namazın serinliği yok bu diyarlarda. Sağ yanımdaki dost uzakta, sol yanımdaki afrikalı kardeşim, sen neredesin şimdi? Ağız dolusu gülümseyişle, 'selamün aleyküm' derken bembeyaz nur doldurdu gönlümü. Gönüller bir, yollar bir, zaman ahir. BirdenBir'e gidiyoruz, O'ndan O'na bir devran. Başkenti İstanbul olan,ellerimi uzatınca parmak uçlarıma değen İstanbul...

3 Ekim 2013 Perşembe

Lonely Shepherd


dokunuşunda
ya da her aşık oluşunda
aldatıyor gök'ü.


yalnız çoban.
yalnız değil, tek yürüyen
gecenin saatleri, ay altında
ne aşk, ne sevişmek o'na göre değil.

yalnız çoban,
ama yalnız değil,
belki sadece ayrı düşmüş.

deli
çok deli
süper deli
ve cezbesinde.

gece..
gök'ün yüzü..
yıldız pırıltılı siyah gözbebekleri..

asla insan olmamış
azametli en'in maşuğu.

ve başka kimsenin değil.

2013, eylül 6.

24 Eylül 2013 Salı

Geceyi Bölen Uyku


















Odanın sessizliğini bozan saat sesi
Başımın içinde yankılanıyor,
Güneş'in doğuşunu haykırmak için acelesi var gibi.
Parmak uçlarıma kadar hissizleştim
Yan yana koyduğum her kelime
Canavara dönüşüp üzerime çökecek gibi,
Soluğunu hissediyorum her saklanışımda
İçimdeki enkaza kaçıyorum,
Korkum büyüyor 
Büyüdükçe daha derine gömülüyorum,
Işık delip geçiyor beynimi,
Aydınlığa çıkarıyorlar elimi
Gömüyorlar bedenimi,
Şansımı denemek için vuruyorum yere
Toprağı yararcasına,
Hep umudu elimin üstünde taşıyorum,
Karşılık gelmiyor yerden
Son bir kez daha vuruyorum umutla
Yer her zamankinden fazla kayıtsız,
Ben yerden geçiyorum,
Yer kendinden,
Bu satırları yazan ellerimi kabul etmiyor toprak
Akbabalardan merhamet dileniyorum.



28 Ağustos 2013 Çarşamba

Baltaya Sap Olamamış Duygular

Babası ölmüş bir çocuğu sahipleniş gibiydi bu aramızdaki kavga.
Belki de ben çok kaale alıyordum bu dünyayı ve üzerime alınıyordum.
Alınıyordum senin bu tavırlarını ve tekrar tekrar sarf ettiğin bir baltaya sap olamamış sevgi sözcüklerini harcamaktan bir kalemi ya da bir kalbi mesela.
Yoruluyor üzülüyordum çoğu zaman.
Evet, çoğu zaman düşünüyordum ve yetim çocuklara ağlıyordum.
Ağlıyordu çocuklar büyüklerin işlerine alet olmaktan heder olmuş gözleriyle.
Acımayan gözleriyle bakmıyordu bile çocuklara.
Çocuklar babalarına bakıyorlardı ölü bedenlerin arasından bir umut cenazesi çıkar diye.
Ama hiç umut yoktu bizde.
Ayrı dünyaların insanlarıydık ikimizde.
O da ne demekse?
Ama o çocuklarla aynı dünyadan olmadığımız kesindi.
Uzayda mı yaşıyorduk ne?
Bilemiyorum ya da ben çok büyütüyorum gözümde.
Belki de her şey verdiğin nefesi alıncaya kadar bitecekti.
Yalnızca bir göz açıp kapamaktı olup biten.
Sura üflenince geçip giden.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Aşk Yazısı

Sevmek Zamanı, 1965.
Aşk'ın resmi: seyir eden bir adam,
resminin seyredilmesini seyreden bir kadın.
İlahi ve tanrısal olan bir şeyin yansıması mı, ilk görüşte hormonlarda olan biyolojik karşı konmaz bir eğilim mi, dayanılmaz bir cezbe mi, bir ölüm şekli mi, zaman olmayan bir zamanda verilen bir sözü anımsamak mı, bile bile, üstelik inadına kaybetmek mi, bir ruhu keşf’e çıkmak mı, o ruh karşısında elde olmadan güçsüz ve dermansız düşmek mi, 1 sır’ra ortak aramak mı, isimleri ve yüzleri belli olmayan küçük ben’lerin var olma arzusuyla karşı’dan bir cins aramak mı, benzerini über bir müzik dinlerken ya da uçarken yaşadığımız o his mi, bilmiyorum.

Niye tanımlayalım ki zaten, adlarını her dilde dahi bulamadığımız bazı kavramları niye ve ısrarla tanımlayalım ki? Hepsi baktığımız yere ve zamana göre değişkenlik gösteriyorsa ve kesinlikle gösterecekse neden uğraşalım? “Bir akşam Füsun'un karşısında oturmanın verdiği huzur içimdeki cinleri yatıştırınca, mutluluğun çok basit ve herkesin bilmesi gereken reçeteyi keşfedip kendi kendime mırıldandığımı hatırlıyorum. Mutluluk, insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca” Orhan pamuk / Masumiyet müzesi. (…) Yazılmış ve okunmamış kitaplarda geçenler adedince. Ortağı ve benzeri mutluluk tanımı gibi aynı. Tanımını tecrübe ettiğimiz kadarıyla ve şekliyle yapabildiğimiz.

‘Biri hatırına yenilmek’ derdim ben. Yenebilecekken belki/üstelik. Yenmeyi severken, yenilmeyi istemek. Belki en çok en’lediğimiz şeyden vazgeçerek. Öyküleri yüzünden adları hep yaşayan hemen her milletten çıkmış ikililerin başına da hep gelen gibi; engeller vardır ve feda edebildikleri engeller büyüklüğünde âşık’tır kahramanlarımız.
Bahsi geçmesi nerdeyse şart oldu; İlahi aşk ve mahiyeti 1de. İlahi Aşk’ın kanıtı Kurban’dır, peygamberi de ateş’in yakamadığı İbrahim’dir. Sınayan ve sınananlara ne mutlu.
Gönülcüğüm Kalu Bela’dan beri hem muhabbeti hem gevezeliği en çok yapılan bu konuda biraz daha konuşmak isterdi. Sosyolojik, biyolojik, başka kulvarla da üstelik. Yine de; kadınlar âşık olmasın. Fıtratları aşk’a meyyal olanları da üstelik. Kadınlar âşık olmasınlar ve “beğendikleri bir aşk’a karşılık” versinler. Yani onu en güzel seven’i sevsinler.
*
İki naçiz alıntıyla hoşçakal diyelim;
"İnsan yarım kalmış bir projedir. Onu aşk tamamlar. Fakat sonra bir vakit aşkı uğruna terk ettiği kendisiyle yüz yüze gelir. Bu aşığın imtihanıdır. İşte orda bir tercih yapmak zorundadır. Ya kendini seçecektir ya da kendi ölümünü. Eğer gerçekten âşıksa, aşkı gerçekse kendi ölümü karşısında diyet istemez ve tamamlanır. Asla gerçekleşmeyeceğini bildiği bir hayali kurmaya mahkûmdur. Asla kabul olmayacağını bildiği bir duayı kabul etmeye. Yazık, ama bunu kabul eder. Bir büyüğümüzün söylediği gibi; Vuslat varsa aşk yoktur."

Şubat(dizi) / 16. Bölüm.

*

İçim sesi, ruh sesim Keşfsever’in de sesiyle bitirelim o halde. Yalnızlık Sözleri beyefendisinden;

 
“Aşk yeni bir şey değildi. Herkes hayatında aşkı tatmıştır. Elbette yüksek ve alçak düzeylerde, çirkin veya güzel tecellilerde, yüce veya aşağı, küçük veya büyük, hatta çeşitli cinslerden. Ama hiçbir aşk kendinde boğulan,
dertleriyle boğuşan beni bu kadar cezp etmedi. Hissettiğim, ihtiyaç duyduğum ve susadığım aşk değildir. Asla aşksız kalmadım ama asla âşık olmadım.

Kendimi sürekli aşktan üstün gördüm.
Kendimi böyle duygulardan uzak gördüm.”

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Bayram Faciası 'Ölmüş Bİr Ümmet'

İstanbul'dan bir füzeyle fırlattılar beni, ruhsuz bir şehre...
Şehirlerin dili var; insanların sahte cümlelerinin dışında  bir hal dilleri var. Onlara seçilmiş roller var, tıpkı insanlara olduğu gibi. Konya denince neden Mevlana akla gelir de  Tekirdağ  gelmez? Bu sorunun cevabı ne kadar bizim bilgimizin dışında ise kişilerin de neden belli karakterleri ifade ettiği o kadar bilgimiz dahilindedir. Aslında, şehirlerin ruhuna etki eden   esbab da orda yaşayan insan kitlesidir. Nasıl ki; Fatih camiinde  attığın adım seni Allah'a yaklaştığını hissederken; Bebek'ten geçerken dahi kendini Müslüman bir ülke dışındaymış gibi hissetmen mekana sirayet eden insan ruhunun tezahürü.
 Bayramlardır sebep  şehirleri sorgulamama. Memleket dersin sıla-i rahim dersin. Sünnete uygun olanı yapmaya çalışırsın büyüklerin elleri, küçüklerin gözleri dersin; ama  ne uzatmak istemediğin el kalır,caiz olmayan kişilere, ne de tesettüre uygun oturunca akrabalardan  yemediğin laf kalır 'çıkar üstünü rahatla', acaba rahatsız mı görünüyorum?  Peygamber Efendimiz (sallallahualeyhivesellem)in düğüne gideceği zaman Allah tarafından  üzerine uyku verilmesi ve uyuyakalıp, cahiliye adetlerine uymadığı sünnetini uygulamaya çalışırken; Trakya'nın bol alkollü, kadın erkek iç içe  tuhaf şekil ve  tesettürün t sinden yoksun kıyafetlerle, Hollywood'un gala gecesini  davul zurna  çamur içinde sivri topuk  ile geçirmeye çalışan, dışı çok şıkıdım  içini yalnızca Allah'ın bileceği kişilerin katılımıyla gerçekleşen merasimlere katılmama isteğimin sorgulandığı bir memleket işte benimkisi.
Hep metropolün çöküntüsüydü şimdiye kadar dikkatimi çeken, ama  dönüp özümüze bir baksak ,köylere, birinci dereceden akrabaların, geçmişimizin  dayımızın, amcamızın, dedemizin yaşam tarzıymış çocuklarına, onlardan da bugünkü şehirlere yansıyan. O babaların çocukları, , İslam'sızlığı bir marifet bilip başörtüsü takana 'sarınmış, hoca olmuş' tabiriyle küçümseme girişimlerinde bulunan İslam'ı bir cahillik bir yobazlık zanneden ama  İslam'ın içeriğine dair fıkha, Siyer'e, Tefsir ilmine dair bir kırıntı bilgisi olmayan, Akaidin, Siyer'in sözlük anlamını dahi bilmeyen,hepsinden öte meal okumamış bir kişinin nasıl da İslam adına bu kadar peşin yargı ile hüküm vermesi akıl dışı. Akrabalık hatırına   benim dinimin kurallarını bu kadar ihlal etmeye hakkım var mı ?
Nebiler Silsilesi'nde kavimlerin helak sebeplerini okudukça 'Ya Rabbim  bizi Efendimiz (sallallahualeyhivesellem)'in duası hürmetine helak etmediğin için, Efendimiz(sallallahualeyhivesellem)'e ne kadar salavat getirsek, O'nun yaşantısıyla ne kadar yaşamaya çalışsak, şükretsek az. Şükür secdesinden kalkmamamız  gerekirken biz  neler yapıyoruz diye dehşete düşüyorum.
cihad duygularım coşuyor. Ama hal dilinden başka  ne gelir elimden. Söz ile anlatmalarım beyhude.
Başı örtülü, namazlı teyzelerin bile  hadi hatır için deyip gittiği, dönüşte ise beş saat kim ne yapmış muhabbetiyle, onay vermediklerini belirttikleri halde onların işine çanak tutmaya devam etmelerine şahit olmak çok acı. İslam bilinciyle hareket etsek, İslam'a göre yaşasak biz onlara değil, onlar bize uymak zorunda kalacaklar ama bunu idrak edemedik  müslüman alemi olarak.
Çok isterdim bir cümlede Mısır'ın,Suriye'nin sadece adını duyayım.  Bir kişinin oruçça yaşamak, ramazanca yaşamak gibi bir derdini duyayım isterdim. Ama bu memlekette  ramazanın bitişi  sınırsız içki  ile kutlanıyor. Alkol alım yaşının 11olduğu,  metropolde tekel bayilerinin önünden geçmemeye çalışırken,özümüzde aynı evi paylaşır bulduğumuz memleketlerde yaşıyoruz. Dini bayramlarımız Noel'i aratmıyor. Hep İslam'ı kendimize uydururduk. Artık level atladık; şimdi İslam'ı Hristiyanlığa uyduruyoruz... Hak Teala bizi ıslah etsin!

'Dönüşünüz hep O'nadır. Allah'ın vaadi haktır. Herşeyi ilk baştan yaratan O'dur. Sonra iman edip salih amel işleyenleri hak ettikleri ölçüde mükâfatlandırmak için geri döndürecek olan yine O'dur. Kâfirlere de inkâr ettikleri için kaynar sudan bir içki ve acıklı bir azap vardır.'(10/4)

30 Temmuz 2013 Salı

Sanchez ve Ramirez - 4

   Havva, Adem'in sol kaburga kemiğinden yaratılmıştı. Adem yasak elmayı yediğinde kendini Hindistan dağlarında bulmuştu. Tam iki yüz yılı Havva'yı aramakla geçmişti. Ondan ayrı düştüğünde sol kaburgasında derin bir sızı hissetmişti.

   "Gidiyorum" dediğinde yer volkan olur keder fışkırır, gök mapus olur kaçamazsın bir yere, kavrulur her bir zerren bile taş kesilirsin bir anda. Sıkışır kalırsın yerle gök arasındaki o tarifi mümkün olmayan gafili gafil avlayan arafta.
Şimdi gelde dindir o sol kaburgandaki sızıyı... Döner geriye bir bakarsın; onu ilk bulduğun günü hatırlarsın. Bu pislik dolu dünyada temiz kalmaya çalışıyordu. Onlarca karganın küçücük bir kuşa saldırırken karşı koymaya çalışması gibi. Büyüyene kadar sen lazımdın ona. Büyüdü ve mevsim kışa dönünce güneye uçtu.

  - İnsanın canı yanarda böyle mi yanar Ramirez?
  - Yanmaz.
  - Ruh ölümsüz derlerde, bu içimdeki ölen nedir Ramirez?
  - Bilinmez.
  - Ölenle ölünmezse eğer, ben yaşıyor muyum Ramirez?
  - Yaşanmaz.
  - Garip bir Sanchez'im ben. Mecnun olmama ramak kaldı. Olur muyum Ramirez?
  - Olunmaz.
  - İhtimaller azaldıkça umut çoğalıyor. Kurtulmak için umutlardan mı kaçayım Ramirez?
  - Kaçılmaz.
  - Yıllardır belki döner diye onu uğurladığım bu rıhtımda bekliyorum. Döner mi Ramirez?
  - Buna dilim dönmez...

28 Temmuz 2013 Pazar

FE EYNE TEZHEBUN?

Dis dunyanin sartelini indirin! Gomulsun karanliga icimize isik tutmaya geldik. Sakk-i sadr yasamak istercesine,kalbimizin tum siyah noktalarini temizlemeye basliyoruz.her biri cikarken aci verdiyse de ciktiktan sonra bir huzur...en zoru en son olani...Sevda mi beyda mi anlasilmasi guc. Elbette o da cikacak oyle yazilmis bir kere Lehv-i Mahfuz'da. benden geriye kalanlarla idare etmeye calisiyoruz simdilik. Ne kaldi ki benden geriye? Camasir sularini boca ettim  ki tum istenmeyen kirlerden arinayim. Kendi temizlik derdimle ugrasirken  kapiyi acip karanlikla karsilasinca mikroplarin nasil fink attigini gordum. Muslumanin yillardir ufak siyriklarindan girip orayi istila etmeyi basaran tum mikroplar; Hasan el Benna'nin ,Seyyid Kutub ' un ruhlarinin yeniden  dirilmesine katlanamayan si(n)siler, yillardir zorbalikla koyun gibi halki guden,tanrilik  iddia  eden es- et ler,inege tapinmanin mantiksizligini dusunemeyecek kadar akli melekeleri bulunmayan hind(i)liler, sizin icin seherlerde  en iyi temizleyicileri diliyoruz. her seye ragmen riza gosteriyoruz. Biz yani Muslumanlar, Allah 'a teslim  olanlar, en Ilahi temizlik gunu dunya durulup yerle gok birlestiginde, bu pisliginizin karsiligini goreceksiniz. simdi bize dusen 'Allahummagfir umeti Muhammed, Allahummerham Ummeti Muhammed, Allahummensur Ummeti Muhammed, Allahummahfaz Ummeti Muhammed' ilticalarinda bulunmak. Bunlar yetmezmis gibi bir de icimizdeki Gezi Zekalilar akiminin bitmek bilmez elektrik kacaklari en son tasavvuf erbablarina dayandi. Nasil bir kendini bilmezlik? Nasil bir curret zekalarinin yoksunluguna mi versek egolarinin siskinligine mi? Ama bu sefer yanlis yere cattiniz  modern beyler hamile hanimlar... Cocukluguna ine ine bir yere varamayan psikolog caresizligi yasayan,father sendrome, Fikir ,zikir, soz, yasam, iman,Islam  catismasi,  ayni yaraticiya kapanip, ordan kalkinca O yokmus gibi yasamak. Lahana tursusuyla perhiz yapilamadiginin bilimsel ispati! Sonumuz yaklasti hic akletmezmisiniz, FE EYNE TEZHEBUN, BU GIDIS NEREYE?

11 Temmuz 2013 Perşembe

Absurdus

hiç bir şeyin kıyısında
hiç bir şey ile oturmak,
kalabalık da oturmak kadar acı.
kelimelerin cümle halinde çıkamayıp
beyne acı veriyor olması,
insanı dirençli değil, deli kılar,
delilikten kurtulmanın imkanı yoktur,
kalpsiz yaşamanın imkanı olmadığı gibi.
"şükrediyorum ki, dünyanın uyumsuzluğu, aritmetik uyumsuzluğa benziyor."

10 Temmuz 2013 Çarşamba

İnshallah Ben Geldim.

Nicedir satır aralarında kahve içiyorum
Bekliyorum virgüllerden sonra
Bir ramazan ruhu var içimde
Çok huzurlu ama susuzum
Çok manevi ama maddesizim
Çok gelenim var ama ben gidemiyorum
Bir çakıl taşı rahatsızlığıdır derdim
En ortopedik hayatları bile çozurdatan
Kendine doğru başını çevirmeli ya insan
Nasıl yemeden içmeden kesiliyor
Önce kendine, sonra Rabbisine…
Yazmaktan çizmekten kesildim,
Ey iftar vakti, hurmalar cebimde,
Dilimde bir hamd tadı
Ve

Bismillah...

30 Haziran 2013 Pazar

rivayet



















keşke bir yerden ısırsaydı gözlerim seni
burnu akmazdı o zaman yalnızlığımın
belki sağımı solumla karıştırdığım günler de
sana bakarken aklıma gelmezdi

saat dokuzu sensiz geçerken hiç unutmam
mevsimlerden palamut  
aylardan hava çok sıcak
günlerden cuma
kulaklarım yolunu gözlüyor  
bir hayır arıyorum bu işte
-çalıyor-
dilimde tüyü bitmemiş şarkılar
iklim tropik
sen geçince sokaklar
hakim bitki örtüsü saçların
bir rivayete göre de
sen gel diye göçmüş bu topraklardan
keltler, ilirler ve traklar

bana muson demiyor yağmur
yol akıcı
durmazdan geliyorum
gözlerim kokunu ayırt ediyor
bir tütün daha sarıyorum
-ya da-
bir tütüne daha sarılıyorum yokluğunda
bütün çakmaklar kibrit oluyor.


[bu şiir "vertigo fanzin, 1. sayısında yayınlanmıştır]



Tercih Yapacaklara Önemli Hatırlatmalar

Herkesin alacağı nefes dahi belliyken bu hırs da neyin nesiydi?
Anlaşılmadığımıza sitem ederek anlaşmaya gitmemekte cabası.
İşte tercih denen meselenin özüydü bu;
Yeni bir günü görüp de ihya etmemek bizim tembelliğimizken Rabbinden her başının sıkıştığında yenilenmeyi istemek ne kadar çelişkiyse bu çelişkinin sebebi olmak da cevabın ta kendisiydi.
Zaman, öyle ziyanda ki niçin nefes aldığını bile bilmeyen insanlara nefes tüketmekle geçip gidiyor.
Oysa her şey o kadar kolaydı ki.
Bir puzzle gibi.
Doğru parçaları oturtmak yeterliydi resmi görebilmek için.
Bize o nefsi bahşeden yaratıcı her şeyi tamamlamıştı çünkü. Biraz bizden gayret bekleyip o resmi kendimizin yapıp görmemiz için ayırmıştı parçalara.
İlk insanı yarattı önce
Sonra parçayı tamamlamak için kadını.
“Erkek ve kadın müminlere gelince, onlar birbirlerinin yakını ve dostlarıdırlar” (tevbe /71) diyordu ayette.
Sonra bu iki insana bir vazife verildi; Kulluk.
Dünyaya gönderildiler. İşleri oldu güçleri oldu ama tek yapmalarını istediği şey kul olmalarıydı. Yürürken, konuşurken, iş yaparken…
Ve vaat etti. 
Tekrar cennete döndürüleceksiniz. Fakat bir şartla; imtihan olunacak.
İmtihan…
O güzel nihayetin imtihanı da kolay olmayacaktı elbet. Ki bedeli bir dönüş idi.
İşte bu imtihanın sorularının ta kendisiydi dünya.
Ve bu sorularda tek hatırlamamız gerekendi hatırlamak.
Bezm-i elest de verdiğimiz sözü.
Verdiklerini; nimetleri,
Kulluğumuzu…
Ve her sınavın sonrasında olduğu gibi yapmamız gerekendi; tercih.
Birini ötekine tercih etmek; doğruyu yanlışa, hakkı batıla, mazlumu zülme karşı tercih etmek.
Ve nihayet
Sonuca ulaşmak;
dönüş.
Âmin.

29 Haziran 2013 Cumartesi

Tahribat

Şimdi reklamlar...
Karşınızda pahalı deodorantlar...
Yalan bakışlı kadınlar...
Hiçte yar kokmazlar.

Sanayi devrimi yahut kültür emperyalizmi.
Olmasaydı da bunlardan biri,
Kurtarabilseydi insanoğlu kendini,
Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, aç kalmazdı belki.

Ekonomik buhranlar ve sömürgeci takımlar.
İlaveten kişisel sorunlar ve beraberindeki psikolojik bunalımlar...
Korkarlar, sonra sanat için soyunurlar.
Bir bakmışsın kayboluvermiş BBG Tarıklar...

Yalanına dolanına  dolar durur Nafile Filintalar.
Ve sonra sabırları taşırırlar.
Yeşil bir islam kuşağıyla iki cihanı dolarlar.
Biz Nafile Dimağlar, çok tehlikeliyiz böyle zamanlar.

25 Haziran 2013 Salı

Yalnız Ken, Yalnız Ben, Yalnız Sen



"Yalnız ken. Yalnız Ben. Yalnız Sen."

Müzik: Zamfir / The Lonely Shepherd
Mısra: İsmet Özel / Of Not Being A Jew
Naçiz Eser: Zm, 2013.

karışık çerez













- "saat kaç?" dedi adam.
+ "bilmiyorum, sürekli değişiyor." dedi çocuk.

- "her şeye bir mazeret buluyorsun." dedi anne.
+ "on parmağımda on mazeret var" dedi çocuk.

- "neden yuvaları dişi kuşlar yapar" dedi ayşe.
+ "dişi kuşlar mimardır" dedi ali.

çok
sıkılıyorum
dedi
-limon

- selamun aleyküm
- ve aleyküm selam.
[selam vermek sünnet almak farz, gelsin sevaplar.]

- eller yukarı! bu bir duadır.

3 Haziran 2013 Pazartesi

Taksim ve Pasif Direniş





   Takvimler 1917 yılını gösterirken, Hindistan’da Mahatma Gandhi adında bir adam, İngiliz sömürgeciliğine karşı ilginç bir protesto başlattı. Başlarda İngilizlerin umurunda bile olmadı bu protesto; Çünkü basit bir oturma eylemiydi sonuçta ve bir süre sonra etkisi kaybolacaktı. Ne var ki, işler İngilizlerin umduğu gibi gitmedi. Değişik bir olaydı bu ve gün geçtikçe bu pasif direnişe katılanların sayısı hızla artıyordu. Önceleri İngiliz mallarını boykotla başlayan bu pasif direniş, gitgide emperyalistlerin canını çok daha sıkmaya başladı. Dünyada birçok halk isyanı görülmüştü. Kimisi başarılı oldu kimisi başarılı olamadı ama hepsinde kan dökülmüştü. Ama burada tek kurşun bile atılmamıştı ve kimsenin burnu bile kanamamıştı henüz. -Şimdi burayı iyi okuyun ve neden Gezi Parkı protestolarını Gandhi’nin direnişiyle örneklendirdiğimi anlayın.- Kurnaz İngilizler bu pasif direnişi provoke etmek için önüne gelen Hindu’yu öldürmeye başlar. Amaç bir karşı ateş alıp bu eylemleri silahla dağıtmaya çalışmaktır. Lakin Gandhi akıllı bir adamdır ve lideri olduğu bu direnişin provoke edilmesine izin vermez, şiddetten kaçınır.

   Ama biz Taksim’de bu provokasyonlara izin verdik! Şimdi sizlere bu olaylar nasıl başladı ve nasıl devam etti kısaca anlatayım. Olaylara en başından beri tanık olan arkadaşımın anlattıklarından yola çıkıyorum. İlk başta küçük bir grup oradaki ağaçların sökülmesine karşı tepkisini gayet masumane bir eylemle gösteriyordu. Basit oturma eylemleri, oradaki ağaçların altında kitap okuma eylemi gibi… Sonra bu eylemlere polisin orantısız güç kullanarak müdahale etmeye çalışması işleri çığırından çıkardı. Oradaki insanlar pasif direnişini koruyamadı ve birkaç gün içinde meydan savaşına dönüştü bu protestolar. Pasif direniş bozulduktan sonra tepkiler hükümete döndü. İçlerinde hala bu kışkırtmalara uyulmaması gerektiğini bilenlerde vardı ama onların çabası yetmedi. Ki sizlerde biliyorsunuz o iyi niyetli eylemcilerin Akaretler’deki çevre temizliğine katılan, polise taş atan diğer protestoculara “yapmayın!” diyen insanların olduğunu.
Şimdi bu protestoların nasıl bir anda kanlı eyleme döndüğünün sebeplerinin yarısını gördük. Bir diğer yarısı var ki bu hepsinden daha önemli. Başta demiştik ya polis orantısız güç kullandığı için olaylar büyüdü diye… Polisin orantısız gücünün öncesinde Taksim’deki küçük protestocu gruptan çok daha küçük başka bir provokasyoncu grup gelip o pasif direniş esnasında polise taşla sopayla saldırmaya başlar. Asıl ipler burada kopmuştur aslında. Polisin asıl hatası bu provokasyoncu grupla gerçekten oradaki ağaçların sökülmesine karşı olan grubu birbirinden ayıt edememesidir. Neticede kurunun yanında yaşta yandı. Durum böyle olunca bu haksızlığı kendine yediremeyen insanlar ve onların tepkileri çığ gibi büyüdü. Buna benzer halk hareketleri manipülasyona açıktır. İstendiği takdirde çok kolay bir şekilde iç savaşa dönüşebilir. Bahsettiğim provokatörler orada birkaç polisi şehit etse bu olaylar sadece muhalif kesimle kalmaz, hükümet yanlısı kesimle muhalifleri karşı karşıya getirir ve asıl o zaman “Türk Baharı”nı yaşarız. O sebepten dolayı tepkilerimizi şiddete başvurmadan dile getirmeliyiz. Sağduyu, bu tür manipülasyon tehditlerini engelleyici bir unsurdur. Bunlara çok dikkat edilmeli.
 Şimdi haklıyken haksız duruma düşen Gezi Parkı direnişçileri mi suçlu, yoksa iyiyle kötüyü ayırt edemeyen polis mi suçlu? Biz bunları düşüneduralım bu felaketin meyvesini de provokatörler yesin.

   Hepsinden önce acaba şunu düşündük mü? “ Neden bu pasif direniş provoke edildi?”
Benim canım milletim! Biraz önce Gandhi’nin pasif direnişini kimler nasıl provoke etmeye çalıştığını ve amaçlarının ne olduğunu anlattım size. Eğer Taksim’deki pasif direniş aynen devam etseydi bugün Recep Tayyip Erdoğan çıkıpta demokrasi naraları atamazdı. O insanları “anti demokrat” diye yaftalayamazdı. Hepsinden önce bu direnişin altından kalkamazdı. Benim şahsi fikrim o gün pasif direnişi bozan provokatörlerin hükümet eliyle desteklendiğidir. Katılırsınız ya da katılmazsınız size kalmış. Yalnız şunu bilmekte fayda var ki; Eğer küçük esnaftan topladığı eşek yüküyle vergi ve o vergileri ödeyemediği için tonlarca faiz bindirdiği paraları “yetim malı” diye adlandıran bir başbakan olsaydınız, büyük şirketlere ve holding patronlarıyla kanka olup, burjuvazinin önünü açıp, işçinin sosyal hakkını elinden alıp, günde 10 – 12 saat mesai yaptırıp, yaşama hakkı bırakmadıysanız sizde o pasif direnişten korkardınız. Çünkü sizde bilirdiniz ki şiddetsiz tepki en masum tepkidir ve indiremeyeceği zalim yoktur. Bana istediğiniz kadar “pis komünist, lanet solcu” diyebilirsiniz. Ama size yıllardır ideolojilerin topluma olan zararlı etkileriyle uğraştığımı bildireyim. Ben komünizm, sosyalizm, kapitalizm vs. her türlü ideolojinin bir araç olduğunu ve ideolojik çatışmalardan doğan kaosun rant elde etmek için eşsiz bir silah olduğunu anlattım şimdiye kadar. O yüzden Size cevap olarak ancak “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu!” diyebilirim.

   Dipnot: Hegel’in Diyalektiğini hatırlayın:
Tez: Pasif direniş
Antitez: provokasyon
Sentez (işin kaymağı): kaos ortamı ve sevgili başbakanımızın elde ettiği rant!

1 Haziran 2013 Cumartesi

Mesafe

Mesafe
                                           
                       olurda birini görürde seversen, 
                       sakın arkasından gitme, 
                       yüzüne bakma ve konuşmaya çalışma.                             
                       karnında kelebeklerin uçuştuğunu hissedersen, 
                       lepidopteroloji uzmanına git,
                       bilip de acı çekme bilmeyip de acı çekmekten beterdir,
                       çünkü gördüğün kişi sevdiğin kişi asla olamaz!                        
                       "mutlu olmak için başkalarıyla fazla ilgilenmemek gerekir,
                       bunun üzerine çıkış yolları kapanır"        
                       ve unutma büyük şairler hep uzak mesafeden sevmiştir.
                       Not: sayın görülen kişi "birine verilicek sevgin yoksa,
                               ona ümit dolu gözlerle bakma".

30 Mayıs 2013 Perşembe

finaller kadir kıymet bilmiyor anne

okula kem düşende
hocaya daş düşende
ruhum yerinden oynar
notuma F düşende

bu gala daşlı gala
çıngıllı daşlı gala
korkıram A gelmeye
gözlerim yaşlı gala

sınavlar olmayaydı
şarkılar baymayaydı
ne finalim ne bütüm
heç biri olmaydı

bu gala daşlı gala
çıngıllı daşlı gala
korkıram A gelmeye
gözlerim yaşlı gala

yov yov.

nafile filintalar, 2013
orhan gencebay binerken arka kapıdan inilmez kaptan.
http://www.youtube.com/watch?v=F0TVreXkxlg

19 Mayıs 2013 Pazar

Toprak

temsili; cenin uykusunda bekleyen tohum.
Ben hep zannederdim ki tohum’dur asıl olan. Tohumu iyiyse ve güzel, muhakkak patlayacaktır bir yerlerden kendi ağacımızın. Ve tohumun niteliğidir ağacı ağaç yapan. Ve ben hep sevinmiştim tohumuma, dokusuna ve niteliğine.

Ama yanıldım. Çünkü toprağın değiştirilemez, o sert gücünü yıllarca yok saydım. Toprağı ve mahiyetini öğrenemedim. Mütevazı, kararlı ve yerli yerinde, hiç sağlam olamadım, duramadım. Çünkü hassas, zayıf ve salaktım.

Topraktan yaratıldım, pişmiş çamurdan; Alak! Ama ben başlamam gereken ilk yeri bilememişim. Toprağa baksaydım hikâyemi görecektim, aslımı ve mahiyetimi. Ama ben tüm bu zamanın veletleri gibi ateşe, ateşten yaratılana içten içe imrendikleri gibi göz diktim. Ukdeli bakışlar parlattım gözlerimde. Yetmedi içimdeki ateşi ayan ettim, uzağımdaki alevlere imrenip içimde kara ateşler büyüttüm. Kara ateşi, ah o çaresiz kıskançlığımı.

Su’yum geldi imdada ama buharlaşıp uçtu o da. Hava’mda yeller esti ama o da serinletemedi. İçimi serinletecek tek bir şey bulamadım.

Bir türlü patlayamamış, hala cenin uykusunda bekleyen tohumum; filizlenmeni, yeşillenmeni beklemiyorum artık. Ağaç olman gibi bir düşüm de yok. İstersen o mahiyetini bir türlü anlayamadığım toprağın altında sonsuza kadar kal. Belki gübre olursun.

Şeytanın dahi çamur diye horladığı, kendi ateşinin yanında çorak ve değersiz gördüğü mahiyetim, seni anlayamadığım müddetçe bir .ok olmayacak benden.

Toprağın çorak’sa, suyun az’sa ve havadan, güneşten yana nasibin kesikse ve ateş’lere atılamayacak kadar aşktan uzaksan sakın ağaç olma düşü kurma içinde.

Yakınmayı kes ve sonsuza kadar bekle içinde. Çorak toprağının, memleketinin ve de içinin, içinde. Seni ol(a)madığınla sınayan, belki de toprağın mahiyetini anla diye toğrağa gömen Zat’ının izzetine.

*

Ah.. Aklıma dindar ama çorak gençlerin pek sevdiği, ah benim de ufakken sevdiğim Necip Fazıl mısrası düştü, şaka gibi, inadına düştü şimdi.

Google’den bulup, iğneleyelim güzelce;
Tüm bu mızılamalara Necip Bey’in o kendinden pek bir emin sesi, tane tane söylüyor;

Tohum saç, bitmezse toprak utansın! 
Hedefe varmayan mızrak utansın!

*

Kendi’mi, ben’imden başka acıtacak; yoktu iç’imde.

2013, Mayıs 19.
Gece.

16 Mayıs 2013 Perşembe

Nirengi


türbülansa girsem elimde karizantemler
çıkaracak sen misin beni rüveyda
bilmem sana ne kadar mühlet versem
takvimler şah-mat, hiç olur vefa
müsait bir türbülans ve karizantemler

kuru üzüm yersen güneş doğarken
zihninde yer eder, yarin sureti
unuttu, unutcak, unutur derken
aya hüzün kalır tek mahareti
güneş doğar kuru üzüm yersen

kişi başıma düştükçe gelir giderim
yolunu gözlemekten hasılam şaştı
dünya mı ay mı karar verirsen
üstü açık atımla gelir alırım.
sonsuz mutluluk kısa bir soluk

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Hay bin Yakzan ve Robinson Crusoe




Hay ve Robinson, ölüm tehlikesi atlatıp, bir kurtuluş olarak ıssız adaya düşen iki ayrı insan. Doğaya, kendilerine,  insanlara karşı tavırları; düşünceleri, inançları, soruları, değerleri birbirinden çokça farklı iki insan, iki dünya, iki farklı medeniyet.. 
Hay Doğu, Robinson Batı..

Hay, ıssız adaya geldiğinde yanında hiçbir şey yoktur; tecrübesi de, bilgisi de, adı da, eşyası da yoktur. Robinson'un yanında gemiden adaya taşıdığı onlarca işine yarar malzeme, silahları, tecrübeleri, bilgisi, hırsı, ferdiyetçiliği, arzuları vardır.

Hay, gözünü kendisinden başka insanın olmadığı bir doğaya açmıştır ve kendisini tabiatın, çevresinde olan bitenlerin bir parçası olarak görmüştür. Doğaya karşı korumacıdır, doğaya hizmet eder. Çekirdekli meyvelerden yer ve çekirdeklerini de toprağa eker. Kendisini diğer canlılarla mukayese eder. Robinson ise ıssız adaya gelmeden önce sosyal yaşamında hayli aktif biridir, ki ticaretle uğraşıyordu. Issız adadaki yalnızlık onun için çok zordur. Fakat o bu yalnızlığı bir fırsat olarak görür, adanın tek hakimi olabilecektir. O doğanın bir parçası değil, sahibidir, adadaki her şey onundur, ona hizmet eder. Doğaya karşı acımasızdır, müsriftir. Her şey onun varlığının devamı içindir.

Adada diğer insanlarla ilişki kurarken Hay, kendisini onlarla aynı seviyede tutar. Onları arkadaş ve birlikte hayatını sürdüreceği insanlar olarak görür. Robinson ise adaya gelenleri köle ve uşak olarak görür. Kendisine 'efendi' denmesini ister. Diğer insanlar hayatlarını ona borçludur, gerekirse onun için ölmelidirler. Hiç kimse yokken bile adada o bir kraldır. Müthiş bir iktidar arzusu vardır.

Hay, hayatını ulaştığı doğrular ve yanlışlar çerçevesinde sınırlar. Bedenini bir emanet ve Tanrıya ibadet etmesine bir araç olarak görür. Bedenini korur, temizliğe ve güzelliğe dikkat eder, sade yaşar. Robinson'un sınırı yoktur. Canı ne isterse onu yapar. Bedenini amaçlarına ulaşmak için bir araç olarak görür,  ancak daha fazla çalışması için değer verir bedenine. Temiz değildir, güzelliği de önemsemez. Onun için mühim olan faydadır.

Hay için Tanrı en yüce varlıktır, insan kendi varlığını o varlıkla bütünleştirmelidir. Evrenin merkezi tanrıdır. Hay'ın amacı Tanrıya ulaşmak, onun rızasını kazanmaktır. Robinson'un Tanrıyla ilişkisi de pragmatiktir. Tanrı kendisini tehlikelerden koruduğunda, ona yardım ettiğinde, onu mutlu kıldığında aklına gelir ve ona bağlanır. Ama çeşitli sorunlarla karşılaştığında Tanrıya olan inancı sarsılır. 

7 Mayıs 2013 Salı

melâl


                                        kaligrafinin en güzel örnekleri içimde,
                                          içimde yemyeşil bir bahçe var,
                                           içimde armut ağaçları var; empati kurduğum,
                                             mineralleri bonkör bir toprak,
                                          ve huzur, ve sükunet, hepsi içimde
                                      içimde böyle kesif bir mezarlık var.
                                   sabır-zaman grafiği var içimde,
                                    kolumniyalar var, kurumuş,
                                     suyla dolu ibrikler taşmakta,
                                       ve mezar çiçekleri var içimde.
                                      ziyaret ederim her gün.

5 Mayıs 2013 Pazar

Kaderimize Razıyız


Bazen anlamadığın müzik.
Bazen de anlamadığın insanlar mutlu eder seni.
''Kaptan'nın ustalığı deniz durgunken anlaşılır mı?''
Zaten anlaşılmak hayatın en bedbaht hali....

8 Nisan 2013 Pazartesi

Dinlenmek, ne kadar da yorucudur...


Düşünmek, birikim ister..
An denen kavram, hızdır aslında,
Bitmeyen..
Elde olan kocaman bir ömür derler,
Yalan..
Akıl hep kandırır, gerçek,
Asla bilinmez..
Birikim; öğrenmek mi?
Dinlenmek, ne kadar yorucudur...

22 Mart 2013 Cuma

20 Mart 2013 Çarşamba

Yakın Ve Uzak

Kavurucu bir yaz günüydü...
Güneşin çarpan sert ışıkları altında, elini alnına koyarak siper etmeye çalıştı siyahlar içindeki kız...
Sebebini bilemediği bir merakla, o yabancıyı beklemeye devam etti. Denizin kenarındaydı biliyordu ki oraya gelecekti. Buluşma noktalarıydı. Birbirlerine ulaşamayacak kadar uzak, bulduklarında ise ayrılmayacak kadar çok yakındılar.
Yolda tanışmışlardı ve sadece yolda devam etmişti yolculukları. Bir arpa boyu yol aldılar ama yolda kalakalmışlardı.
  Siyahlı kız, çok geç göstermişti ayağındaki prangaları ama  artık çok geçti. Çocuk denize, semaya,yola ve kıza  çoktan Aşık olmuştu bile...

18 Mart 2013 Pazartesi

Yazar Bu Yazıya Bir Başlık Dahi Bulamadı







Gözlerimi kapayacak bir yer bulamadım
Bana cevap verecek bir dost bulamadım
Beni alıp götürecek bir dalga bulamadım
Endişemi dile dökecek bir tek söz bulamadım
İnsandaki nefreti söküp atacak tek bir ezgi bulamadım
Halkımı bulamadım, ailemi, mutluluğumu, yolumu
Bulamadım
Hislerimi tutuşturacak bir köz
Bulamadım.

17 Mart 2013 Pazar

Filistince Yaşamak



İnsan…

Yürür yürür de hüzün kapatır yollarını.
Bazen Gazze’den gelir çığlıkları,
Bazen içi boş bir ruhtan.
İkisi de duyar ıstırabını,
Biri içten biri dışarıdan.
Gazzeli…
Onurlu ve kederli,
Yanı başındaki
Hatta bedenindeki,
Kederli ve kederli.
Fakat asla ölmeyecekti onun gibi
Çünkü yaşamadı ki…
Ve sakın şunu unutma!
Ama önce hatırla,
Bir Filistinliye her an gelebilir bir kurşun
Seninse yüreğindeki paslanmış bile,
Ne hissedebiliyorsun artık
Ne de tedavisi var…
Biz,
 Filistinliler kadar şanslı olamadık
Çünkü onlar gibi yaşamadık
Ki onlar gibi ölmeyi
Hak edelim.

11 Mart 2013 Pazartesi

ne hikmetse

adına şiir yazdığım ilk kızdı hikmet
adı devlet gibi korkuturdu
boyu kısaydı ama ben daha kısa olduğumdan uzun gelirdi
vücudu zayıf kendisi naif
korkulacak kız değil, sevilecekti

erkek gibi saçları vardı.
yakıştıramadım kimseye çok sonraları
onunki kadar kısa saçları
elleri..
bilmiyorum nasıldı
alnına düşerdi onu biliyorum saçları
ama korkulacak kız değildi, sevilecekti

doğuştan sürmeli sanki orta asya kokardı
kısa bir çizgiydi gözleri
ağzı kutu gibi küçük, dudakları incecikti
taze bir fındığı kıskandırırdı burnu
kirpikleri kara bir ok
dedim ya
korkulacak kız değildi, sevilecekti

beli gibi sesi de inceydi
hiç konuştuk mu hatırlayabilmiyorum
konuşurken izlemiştim onu biliyorum
korkulacak kız olur mu hiç sevilecekti
sevmiştim

orta birdi
şiirin ne olduğunu bilmeden
adının baş harflerini alt alta yazıp
şiir yazdığım kızdı hikmet
onun bunlardan hiç haberi olmadı
olmasındı

5 Mart 2013 Salı

Saydım


bir martı olsaydım eğer,
bütün martıları
öldürmenin bir yolunu bulurdum.
bir savaş pilotu olsaydım, ikaz lambası
en parlak binaya bindirirdim.
bir soda kapağı olsaydım,
boş bir koridora düşerdim
yavaşça.
seçmen olsaydım bir,
mora ve çikolataya oy verirdim.
adam olsaydım, olanın, yok olmadan kıymetini bilirdim.
tesadüfen olsaydım.

4 Mart 2013 Pazartesi

Karambolde Duyulmayan Sesler





“senin bana ihtiyacın olmayabilir ama çocuklarımın sana ihtiyacı var.”
çünkü çiçeklerin yeşerebilmesi için güneşe ihtiyacı vardır.

“nasibin olduğu yerde şansa yer yoktur”
çünkü Allah çizdiği yola ihtiyaçlarımızı bırakmıştır. şans ise ayağımıza takılan hurafelerdir

“aslında yollar uzun değil bindiğimiz araçlar yavaş”
çünkü bir uçakla vosvos yarışamaz ama motoru gönülden oluşan bir kuş herkese kafa tutabilir.

“aşk yaşayamayacağın duyguları hayal etme sanatıdır”
çünkü bir şeyi elde ettikten sonra artık heves seni terk eder. ve heves aşkın gölgesidir.

“insanların adalet terazisi kuyumculardaki hassasiyete erişmedikçe güven yeşermez”
çünkü altından daha değerli olan şey kalptir, o kırıldığı zaman güvenin değeri düşer.

“her mevsimin bir görevi vardır” 
çünkü güneşin soba, rüzgârın süpürge, yağmurun yıkama, kar’ın mikrop kırıcı görevlerini görmezden gelemezsin.

“toprağın besini yağmur ise emeğin besini de alın teridir”
çünkü hiçbir şey sebepsiz açıklanamaz.

“çocuk olsam ve tek derdim hiçbir derdimin olmaması olsa”
çünkü büyüdükçe taşıdığın yükte ağırlaşıyor.

“omuz omuza mücadelenin yaşandığı en güzel yer camilerdir”
çünkü aynı istikamete eğildiğin dostların yok denecek kadar az.

“kalbine kurt düşmüş olabilir, olsun”
çünkü kurtlar ilaçlanmış ağaçların meyvelerinde bulunmaz, hep saf ve doğal meyvede bulunur.

duygu değil his


















- sen harika bir doktorsun
+ nerden biliyorsun?
- çünkü hissediyorum.
+ zayıf bir kanıt.
- gözlerini kapat!
[elini avucunun içine alır ve işaret parmağıyla avuç içinden parmak ucuna kadar dokunur]
- ne yapıyorum?
+ dokunuyorsun.
- dokunmak, evet. nasıl anladın?
+ hissediyorum.
- hislerine güvenmelisin.

[city of angels, 1998]

25 Şubat 2013 Pazartesi

ÜÇ NOKTA



Karşımda yuvarlak,  eliptik yapıda tombik dünya bana avuçlarının içinden ateş topu fırlatır gibi sıkıntılar yollamaktan hiç vazgeçmiyor. Arada bir durduğunda ise ; bunun  bana acıdığı için mi yoksa daha büyüğünü yollayacağı  fırtına öncesi sessizliği midir bilinmez, kısacık bir soluklanma bahşeder işte bize. Dünyanın da olayı da budur zaten. Zorlukkolaylıkkolaylıkzorlukkolaylıkkolaylıkzorluk…ÖLÜM.(tek nokta) bu dünyayı noktalayan bir nokta. Devam olmayan 2 noktası eksik tek nokta.
Zahire takılıp kalmada üstümüze yok.  Hep görünenle uğraşmaktan bir adım öteye  gitmeye cesaret edemiyor oluşumuz , modern zamanın ‘advertisement’ dünyasının, bize  uyguladığı dayatmaları kayıtsız şartsız kabul edişimizden midir? Bilmem,  belki…
Oturduğumuz sıcacık yuvamızdan 2 sıkıntı görünce sanki tombik dünyayı sırtımıza koymuşlar gibi sızlanmalar neden?   Çöl sıcağı altında  gövdesine kaya oturtulan Zat’ın halini  bir nebze de olsun  hissetmenin verdiği  mutluluğu neden çok görüyoruz ? Emmare’mizi şişirmeye doyamadık gitti.
Şişkin benliklerimiz kapılardan geçemez oldu. Vücut  obezliği yanında nefis obezliği yaşıyor günümün insanı. En  büyük diyeti  en yağsız, en tuzsuz olanı  yazıyor manevi doktorlarımız  reçetemize. Ama biz beceriksiz eczacı gibi doktorun yazısını okumakta güçlük çekiyoruz.  Manevi diyet, manevi ilaç fayda etmez oldu bu hallerimize kullanım talimatına uymadığımızdan olsa gerek.
Kendimize buğz etmeleri bir kenara bırakıp  ‘vardır bir hayır’ deyip devam edelim öyleyse tombik dünyayla tombikleşmeden rejimimize. Eh fit kalmak önemli tabi maddi, manevi.

nefes al nefes ver nefes al nefes  ver me ver me ver me ver me 2 dakika verme.  tüm kilolar elveda! tek nokta.

24 Şubat 2013 Pazar

ZM / Put

"ibrâhîm, içimdeki putları devir
elindeki baltayla, kırılan putların yerine, yenilerini koyan kim?"

Asaf Halet Çelebi
 
kendilerini onlara vaad edilen cennetle avutanlara/teskin edenlere avam gözüyle bakıyorlar.
onlara altlarından ırmaklar akan cennet vaad eden'i yalanlıyorlar. fakir avuntusu edip, beşeri icatlardan sayıyorlar herbirini.

saysınlar.

sorsanız herbirinin içlerinde ömürlerince arayıp bulamadıkları huzuru(!) dayayıp döşedikleri, mekanları, odaları, adaları, landları vardır.

onları haz ve zevkten az-haber, koca bir yaşamı "öbürdünya" beklentisinde, koca bir dünyanın zevklerini heba ediyor gözüyle görüp, alay ediyorlar.

etsinler.

onlara göğüsleri tomurcuklanmamış, iri gözlü, yalnız onlara bakan, kendi yaşıtı kızlar vaad edeni de alay ediyorlar.

edemezler..

aptallar. aptallar. varsın bir bok olamayayım, sap duramayayım bu dünyaya, hepsini aşağı'dan görüyorum.

*

sorsanız, ah bir girebilseniz o erkek gözlerinden içeri, ne kadınların vücutları doludur iç'leri. fransız tavırlı, rus şehvetli, kuzey evropa kadınlarının doku torbası bedenleri. ah o bir çoğunun o güdük bedenlerinin ne hülyalarla parıldar gözleri. doymaz resim/videolarla birikmiş/kokuşmuş aç gözleri de, en heveskar gözlerle soyarlar el-alemde ortalık kızlarını.

deyiniz bana. deyiniz. ey kadınperestler; vücutperestler; putperestler deyiniz. ah o "bir dünyabedenleri"nizin kadından başka oyuncağı var mı. ah sizi gidi siziler, o billur ruhlarınızı(!) latif etmeye(!) kadından daha güzel oyuncak var mı. bakıp pür-i arzu, ebleh suratlarınıza da gülsünler halinize şeytan'ın kızları.

ha-ha!

madem öyle, madem aç gözlerinizin en heveskarane düşü bu, o halde niçin bok atarsınız size vaad edilen cennet'e, hurikızlara. arapçasını sevmiyorsunuz diye mi düşlerinizin.

*

yaksın 1 tasdikin hazımsızlığının acısı, hala, içimi
büyütsün gediği daha, acınası gölge kibir bir daha
yeis'e düştüm, mahva düştüm, af'fa mazhar olamadım
ama susulur mu, hiç susulur mu, hem hiç sormazlar mı adama?

haset ettim. nefret ettim. lanet ettim. sonra da tutup İsmet Özel'i taklit ettim.


2012, şubat 23.

20 Şubat 2013 Çarşamba

Sus


Beni hep bu sesler mahvetti
En çok da iç sesim..
Susmak asil bir eylemdir çoğunluk onu bir hareket bile saymazken.
Susmak, düşündüklerini korumaktır beyninin içinde. Çoğunluğun harcamasına izin vermeden muhafaza etmektir susmak.
Öyle bir susmak ki konuştuğun da herkesi susturabilmek...
Çünkü sen kelimeleri israf etmediğin için onların kıymeti siner üstüne; kıymetlenirsin sustukça ve her konuşmanda.
Bilirsin hallolmuyor hiçbir şey konuşarak hal ile olmayınca.
Ve bilirsin karşındaki sadece bir insandır. 
Zaten bir insan olduğunu bilirsen karşındakinin konuşmayı dahi lüzumsuz görürsün kendince. Çünkü bilirsin ne konuşursan konuş diğer kulağından çıkacaktır insanoğlunun.

Fakat elbette ki konuşularak halledilir bazı şeyler...
Hem zaten ben konuşmayın demiyorum ki konuşun
ama
susun da.

14 Şubat 2013 Perşembe

SEN


SEN



sen sen derken sen oldu bilinen bütün sözcükler
bilirlermiş de meğer gizlenmiş benden sözlükler

bastığın yerlerde dur zihnime kazı her anı 
sevmek de sevilmek de soyundu anlamlarını

zamanı giydirmişler sana üst üste mekanla
çıkarıp soysam desem geri giyersin zamanla

aşktan mürekkep terin tenine gizlenmiş ismin
yaksam değer güneşler bir katrecik terin için

bütün alem haberdar sende neler neler saklı
sen sandığım kelime kainat kadar anlamlı

10 Şubat 2013 Pazar

çekilmemiş film replikleri -iki-














- sigara kullanıyor musun?
+ evet sigarayı kullanıyorum, duygularıyla oynuyorum.


29 Ocak 2013 Salı

çekilmemiş film replikleri













- sigara içiyor musun?
+ evet, ama içime çekmiyorum.
- neden?
+ çünkü içime çekersem aşık olurum.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Tabii ki


senle ben, dediğin nedir bilinen
ufacık sobacık, kaşıklar, bir ev
başımız girerse ölür direnen
olmasa şiir de fuzuli türev
.

13 Ocak 2013 Pazar

eddie murphy

Mimikleriniz bu kadar kuvvetliyse konuşarak gürültü etmenize gerek yoktur.

10 Ocak 2013 Perşembe

KALK KUDÜS'E GİDELİM SEVGİLİM

Bazı şehirleri özlemek, tek gözlü bir odaya toplaşıp, annenin yaptığı sıcak tarhana çorbasıyla ısınmayı özlemek gibidir.
 O şehirlerin sokakları,annenin ellerine benzer.Ağrıdan çatlayacak gibi duran alnını okşar durur gecenin bir yarısında. Annelerin duası varsa, şehirlerin de duası vardır mırıldanıp durduğu.
 Bu başağrılarım beni öldürecek biliyor musun?
 Kalk Kudüs'e gidelim sevgilim. Tanrı şehrine gidelim.
 Tanrı bizi gözetsin, korusun, kollasın Kudüs hatırına.Kalbimizin ağrısı, başımızın ağrısı, ruhumuzun ağrısı hafiflesin şehre yaklaştıkça.
 Tarhana çorbası içer gibi içimize çekelim, gökyüzünde yaratılıp, yeryüzüne indirilen bu şehrin sokaklarını. Kudüs'ün bulutlarından tesbih yapıp 'Subhanallah' çekelim.
 Peygamber sükunetine erelim şehrin sokaklarında. Tur'a çıkalım. Bağıralım, boğazımızı  yırtarcasına; "Rabbimiz biz de aşk ehliyiz bize de yüzünü göster!"
 Tur Dağı paramparça olsun, kalbimiz paramparça olsun  aşktan.
 Kalk Kudüs'e gidelim sevgilim.
 Meryem sırtını o ağacın gövdesine yaslayıp, bir intifada doğursun.Alnında biriken terleri silelim. Ellerinden sıkıca tutalım.Rabbimiz kuruyan ağacın dallarına meyve versin.
 Yahya peygamberin yanında büyüsün çocuklar. Elleri taş tutacak yaşa gelsin. Kalpleri aşk tutacak yaşa.
 Sokaklarına atalım kendimizi. Adımızı söyleyelim kontrol noktalarında. Horlanalım, ezilelim, bekleyelim saatlerce. Vazgeçmeyelim inatla.
 Kalk Kudüs'e gidelim sevgilim.
 Çöp bidonlarının arasında dolaşalım. Bak şu küçük çocuk var ya vuracaklar onu! Hani babasının arkasında duran. Başını babasının sırtına dayayan çocuk. İşte o! Vuracaklar birazdan onu. Çöp bidonlarının arasında dolaşalım. Endişe etme çocukların kalbine değen kurşunlar sekmezler hiçbir yere.
 Mescide gidelim. Yıkılacaksa üzerimize yıkılsın boşver. Sen elimi sıkı tut korkma.
 Mescide gidelim Bir bayram namazı kılalım şehirle birlikte. Zekeriyya'nın yanında saf tutalım. Ve Musa'nın ve İsa'nın ve Yakub'un. Bekle birazdan Ömer de gelir buralara.
Şu  beyaz sakallı adamı görüyor musun? İşte onun tekerlekli sandalyesini itelim birlikte. Nereye gitmek istiyorsa oraya. Hayfa'dan aldığımız portakalları ikram edelim, o çok sever.
 Birlikte Zeytindağı'na çıkalım, şehre bakalım doya doya.
 Kalk Kudüs'e gidelim sevgilim.
 Tanrı  bizi gözetsin, korusun, kollasın, Kudüs hatırına. Kalbimizin ağrısı, başımızın ağrısı, ruhumuzun ağrısı hafiflesin şehre yaklaştıkça.
(BİR ADAM GİRDİ ŞEHRE KOŞARAK/TARIK TUFAN)