24 Aralık 2011 Cumartesi

Dersler Derya Olmuş Ben de Bir Sandal

 
Deryalar içinde başıboş yüzen dertler gibiyim.
hülyalar peşinde koşuyorum.
ama dert çalışmam lazım...
çalışmam söylenen onlarca ders ve öğrenmeden "başarılı, başarısız" diye yaftalandığım bir sistemle boğuşmak zorundayım.
geç kalmamalıyım..!
maazallah devamsızlıktan kalırım.

Kendilerini kral ve komutan zanneden hocaların,
üzerime gönderdikleri fotokopi orduları, ellerindeki oklarla coğrafyama tarih atıyor.
hilal taktiğiyle etrafımı çeviriyorlar.
onları ancak zımbalarla durdurabiliyorum.
diğer sınavlara kadar…

Akademik kitaplar hiç bir şeyi açık açık anlatmamakta direniyor.
beni normal kitaplardan soğutmaya çalıştıklarından şüphelenmeye başladım.
kitap okumaktan zevk alırken nefret etmek de nerden çıktı? 
hiç sana yakışıyor mu?  dedim.
kendi içimden,
kendi bendime.
asıl sorun, istemeden bir kitabı okumak,
ya da sadece ezberlemek zorunda olmak,
yani öğrenememek.  
dedim sonra kendi içime.
bu, ortada hiçbir şey yokken birinin gelip kafanızı kör bıçakla kesmesine benzer.
diye ekledim.
birilerine fırsat vermeden kendi kafamı kesmeye karar verdim.
kör bıçakla,
ve kestim…
kafamı da alıp olay yerinden uzaklaşıyorum şimdi.
kan sıçramasın istiyorum sayfalara.

Sahte dünyanın yalancı sınavlarından,
sahte hocaların kendileri kadar gerçek hocalıklarından,
cevabı belirsizleştirilmiş sorulardan
ve sadece anne ve babamın hatırına değer verdiğim,
hocaların düşünceleri kadar değerli olan notlardan dem vurarak yürüyorum.
[ kendime bir şey yapacak kadar cesur değilim.]
en yakın kütüphaneyi arıyorum.
kimsenin zorla bir şey okutmadığı,
kitapların okuyucuları, okuyucuların kitapları arayıp bulduğu,
eski kitapların yeni kitapların kokusuna karışıp alıştığı,
bin bir türlü dimağın bin bir türlü düşüncelerinden nemalanmaya.

İki şekerli demli bir çay istiyor babam ocaktan.
farkında olduğunu çaktırmadan bütün olanlardan
ocakçı çaya doluyor ince belli bardaktan
bir yudum alıp gidiyorum
en kaçağından…
bir şarkı çalıyor kulaklarıma uzaktan
“dersler derya olmuş ben de bir sandal.”


şimdi dinleyiniz: http://fizy.com/#s/1631yf

24 Kasım 2011 Perşembe

Biten bir tane













seni seviyorum,
bütün 'seni seviyorum' diye başlayan
bütün 'seni seviyorum' ile biten,
biten ve
bütün 'seni seviyorum' geçen
içinde..
şiirler kadar.

17 Kasım 2011 Perşembe

Ağzında Bir Şey Varken Susma!

"Bakıp durmasana!" dedi.
-Niye susuyorsun?
Ağzında bir şey varken susma!
Sustum.
Ağzımda değildi çünkü hislerim
Mideye giderken soldaydı,
Gelirken sağda.

27 Ekim 2011 Perşembe

Kelimeler



Hiç bu kadar yanmamıştı canım
Bu kadar boğazıma dürülmemişti heceler
Ben sana ne kast edebilirim
Tüm kabahatli şu fütursuz kelimeler

Mideme giren kramplar gebe misali
İçimde üçüz beşiz can çekişmeler
Ben sana nasıl kötü söz derim
Tüm kabahatli şu fütursuz kelimeler

Gece oldu, hava karardı sanki
Güneşin yüzü buruştu, üzerimde kalın gölgeler
Ben seni ey Hayırhah nasıl üzerim?
Tüm kabahatli şu fütursuz kelimeler

Ah kelimeler!
Of kelimeler!

18 Ekim 2011 Salı

Sanchez ve Ramirez – 3


-         Bak Ramirez, gidiyor.
-         Evet, ama koşmuyor.
-         Neyi değiştirir ki?
-         Koşmuyor, çünkü o da istemiyor gitmeyi.
-         Gitme desem?
-         Deme. Yine de gidecek çünkü.
-         O zaman gitmesin Ramirez. Acı çekmek kötü değil mi?
-         Evet kötü, ama acı onu çekiyor. Bu yüzden yavaş yavaş gitmesinin sebebi. Acıya gitmek istemiyor o. Acı onu istiyor ve alıyor.
-         Bir şeyler yapmak istiyorum Ramirez. Göz göre göre ölüm değil mi bu?
-         Ayrılık sadece sana göre ölüm Sanchez. Bırak gitsin, mutluluğu acı çekmekte arıyorsa eğer bırak gitsin.
-         Ya dönmezse Ramirez? O zaman kalbim dayanmaz.
-         Dönecek Sanchez. Öyle bir gün gelecek ki, onu içine çeken acı artık onu sana geri tükürecek. Ondan istediğini aldığında hatırladığı tek adres sen olacaksın.
-         Hırpalanmasına gönlüm razı gelmiyor Ramirez.
-         Hadi dostum yolumuz uzun gitmemiz gerek. Daha kaçacağımız çok hatıra var peşimizde. Gitmezsek eğer, o gittikçe hatıralar bizi kovalayacak.
-         Elveda sevgilim, elveda hatıralar…

12 Ekim 2011 Çarşamba

Tütsün

                                          yazdan kalma satırlardır, güze gelsin.
balkon yaz demek yazı demek
sana balkon sigara
bazı yaz boğar, yapışır, yakar
yakan yazı sevmezsin üstelik
çay, tütün, kahve hayranı

bırakamıyorum sigarayı dedi
hep filmler, kitaplar ve şiirler yüzünden
o vakit
verin yakalım şu gavuru
başlıyorum filmler, kitaplar, şiirler
başlıyorum aktristler, yazarlar, şairler

o tat tutuşunca
azıcık ayrılıp da eline alır almaz o
kahveyle yakışır dediler
şöyle bir fincan türk kahvesi
biraz yalnızlık

bir kenar hikayesi yazılmış yaşanmış
yazarsam zarifoğlu hikayesi gibi olsa
katıraslan'ı diyorum
tamamlar mıyım ömrü
geride içli bir türkü olsun
bir roket yak sevgilim
sol elinde dursun

meclis kurulsun, kırmızı ışık buluşmaları vesilesiyle
haber uçurulsun
ısınan iki parmak, bu firari çaba
kıpkızıl, ıpışıl
ve sen süzme çeşmin gelmesin o oklar üst üste

28 Eylül 2011 Çarşamba

cadillacın 7 öğüdü


Bacanağım yok diye kadere küfretme ey oğul!
Bacanağına iltifat etmede deli gibi ol..
Bacanak "nasılsın?" dedi mi turp gibi ol..
Ama gene de sağlam kazığa bağla bacanağını, ne olur ne olmaz..
Unutma ki bacanak sayısıyla ortamdaki gırgır çözünürlüğü doğru orantılıdır..
En az bir kere oku kırmızı başlıklı bacanak kitabını..
Ne demiş şair;
Bacanak bu su misali genzine de kaçar ya,
Bir yanda bakan benim öte yanda ...*
Ya gel bacanağım ol, ya da bekle nurettin hoca yapar bizi bacanak..
_

*Geçmişten günümüze bacanaklık müessesi Timaş yay. c1, s65, 1989

19 Eylül 2011 Pazartesi

Evrene KİT-KAT Ismarlatmak

Bundan 4 ay önce bir akşamüstü acemi birliğini yaptığım askeriyenin koğuşunda uzanmış Adam Faver'in "Empati" kitabını okuyordum. okuduğum bölümde empati yeteneği çok üst seviyede olan kahraman açlıktan perişan bir şekilde kendini büfeye atıp bütün kit-katları yemeye başlıyor fakat ne kadar yese de bir türlü doymuyor .bir süre sonra yoldan gelirken gördüğü dilenci kılıklı kişi gelince kahramanımız ona da kit-kat ikram ediyor .dilenci kit-katları yedikçe kahramanımız doymaya başladığını fark ediyor.dilenci yedikçe beraber doyuyorlar.
Bu bölümü okuyunca canım tarif edilemeyecek şekilde kit-kat çekti "ah bi kit-kat olsa da yesem" deyip kitabı kapattım.Dışarıya çıkmak imkansız, bizim kantinde de ETİ ürünlerinden başkası satılmadığı için umudu kestim ve bu hevesimi bir ay sonraya sakladım.5-10 dk sonra henüz tam tanışmadığımız ve adını bile sormadığım bi arkadaş koğuşun kapısından elinde 2 adet kit-kat sallayarak içeri girdi ,koğuşta samimi arkadaşları varken onları geçip yanıma geldi ve "bu kit-kat'ın birisi senin"deyip uzaklaştı. akrabası ziyarete gelmiş gelirken de 2 tane ki-kat getirmişler ,rahman ve rahim olan yüce yaratıcı da benim çok istemem üzerine evreni yönlendirmiş

15 Eylül 2011 Perşembe

Alternatif İş

Mühendis olamazsam eğer yapmayı düşündüğüm başka bir iş var kafamda. Lakin fetvasını alamadım henüz. Fetva verebilecek tanıdıklarınız varsa bana ulaşsın. Hiçbir masraftan kaçınmayacağım. Hayırlı bir iş hem de.

Uzatmadan yapmayı düşündüğüm işten bahsedeyim; Bu iş, ben turizmle uğraşırken aklıma geldi. Yani az önce. Çevre illerden, ilçelerden tatil için Alanya’ya gelen insanların özel hayatına saygısızlık etmek suretiyle, onları karılarını aldatırken (aldatırken değil de, aldatmaya giderken bile olsa yeter) fotograflayıp şantaj ile paralarını alıp sonra da fotografları hanımlarına postalamayı düşünüyorum. Böylece hem günah olan bir işi yaparken insanlar daha tedbirli olmak için gizli gizli yapmaya çalışacaklar, hem de kadınlar kocalarının gerçek yüzlerini görmüş olacaklar. Ne kadar hayırlı bir iş, bence. 

Fetva alamamamın sebebine, hatta sebeplerine gelelim;

    1- Böyle bir şey yapmak, insanların kusurlarını araştırmak ve de yüzlerine vurmak, anlamına geldiği için yasak ve günahtır.
    2- Hanımlar bu olayı öğrendiğinde eşlerinden ayrılacaklar ve bir yuva yıkılmış olacak. Dahası çocuklar madur olacak.
    3- Şantaj yaparak alınan paradan pek hayır gelmeyecek.
    4- Şantajdan sonra sözümde durmadığım için yalancı durumuna düşeceğim. Günah.
    5- Zaten durumu bilen modern eşler, beni demir parmaklıkların ardına göndermekten çekinmeyecektir.

En iyisi ben şu okulu bitirmeye bakayım. Sakata gelmeyelim durduk yere.

30 Ağustos 2011 Salı

Bayramınız Mübarek Olsun

Hayatımızın Ramazan olması için 11 ayın sultanının 11 aya sözünü geçirebilmesi ve,

Dünyanın dörbir yanında, çeşitli nedenlerle bayrama buruk girmiş olan müslüman kardeşlerimizin yüzlerinin gülmesi için, onlara yapılan zulümlerin sona ermesi, küffara karşı zafer elde edilmesi, rahat müslümanların da şuurlu birer müslüman olmaları temennisi ile;

Ramazan Bayramınız ve Zafer Bayramınız mübarek olsun.

Hz. Ali'ye sormuşlar, "bayram nedir?"
- Günahsız geçen her gündür.

28 Ağustos 2011 Pazar

Simitle İftar - Zengin Eğlence

Evvelinde teravih namazına, iftarda yediğini eritme mantığıyla bakıp namaz aralarında geğirmeyi marifet sanan godomanlarımız vardı... Allah belediyemizden razı olsun onların çocuklarına konser falan yapar oldu mustafa cihat abileriyle beraber coşarak bitirdiler ramazanı! belki camilerin süsüydü gençler önceden... şimdilerde belediyenin çukurunu süslüyorlar renkli eşarpları ve ince sesleri ile teravih vakti... olsun bize yine iyiyiz! yaşıtlarımız diskolarda eğleniyor değil mi? Kime öfkemiz? zenginler et yemiyor zaten... adamların başı yüksek kolesterol ile dertte... Kalp damar hastalıkları ve tansiyon gibi sorunlarından dolayı doktor kontrolünde oruç tutuyorlar... zühd ve takvadan uzaklaşmış müslümana mı öfkemiz... o zaman en azından o akşama özel çıkartsaydın ayağındaki 200 liralık adidası veya başındaki 150 liralık renk bulutunu... sahiden üzerindeki pardesü kaç fakir doyurur? ya da cebimdeki sigaranın yekünü ile bir kuyu mu açtırsaydım afrikada... yok yok en iyisini bu sene yaptık biz bayi iftarımızı iptal ettik afrikaya göndereceğiz diye telefon açtık tüm bayilerimize... zaten siz en çok ürün satan bayiyi de umreye gönderen bir firmasınız size de yakışanı bu... aç insanlar varken nasıl uyku girerdi yoksa gözünüze... asgari ücretin üzerinde maaş vermiyor olabilirim işçime ama piyasada bir sürü üniversiteli işsiz var hem zorla değil ki çalışırsan bizde böyle... yok yok biz yine iyiyiz bak bu akşam da simitle iftar yaptık... sunucu arkadaşın da elinde yüzük göremedim yakışıklıymış da... simitle doyan bayanlar da varmış... altın da pahalı bu ara... bunlar çok mihir de istemez, simitle bile doyuyor baksana... yanılıyorsun biz önceden de böyleydik? hadis vardı değil mi? bir kötülüğün peşi sıra bir iyilik yap ki onu temizlesin... bilmem ki bu kadar kötü bizi iki simit temizler mi? mesele basit aslında adam olamadık ama taklit yapma yeteneğimizi muhafaza etmekteyiz... benim öfkem adam olamayan zihniyete, her hıyara tuz alıp koşan zilli görüş mensubu conconlara, çelişkiler yumağına dönen hayatını simitle rahatlatma derdine düşenlere... bu yazı beni simit de sizi rahatlattı... karnımızın şişi indiğine göre yarınki iftar organizasyonuna başlayabiliriz...

Abdullah Sinan KAÇMAZ
KONYA, 2011

27 Ağustos 2011 Cumartesi

O'nun şiiri


O'nun şiiri

pâk olan yükler bunlardır;
ticaret malı hayber yükleri değil.
bu, ahiret ticaretinin yolu ve sevap bunda...
ya Rab, Ensar ve Muhacirlere sen rahmet eyle!
*
hz. peygamberin söylediği tek şiir*...
mescid-i nebevi yapılırken...

* hazret-i ali/necip fazıl kısakürek, syf. 49

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Nisyan


Ben sana konuşsam usul usul
Kelimelerim saçlarını uçursa
Senin umurunda olmasam gene
Ama yanımda olsan hava gibi
Boşluğumu doldursan
Gözümü doyursan
...
Ben seni öldürsem ellerimle
Boğsam seni, tırmalasam tenini
Delirmek üzereyim; delirdim
Varlığını yok etmek dahi çözüm değil
Aklımdaki sen, kalbimdeki sen
Tüm senler koro olmuş adını söyler
...
Ben beni öldürsem nar ağacında
Yanık kokusu inletse tüm İstanbul'u
İstanbul Şehr-ül İslam olup
Yargılasa avare beni?
Şeriatımı dolayamam boynuma
Şah damarımdan yakınken padişahım
...
Sen beni öldürürsen; nasıl istersen öyle
Gözlerimi bağlar mısın ben Hakk'a giderken?
Bir de tekbir isterim imanıma nişan
Gerisi sana kalmış; tüfek, tabanca, bıçak, jilet
Aşağı tükürsem isyan Yukarı tükürsem hüsran
Ey yaradan! Biraz da nisyan!
Biraz da nisyan! El aman!

21 Ağustos 2011 Pazar

Siyah Giyinen Sufi

İçimdeki karanlık koridorda,
Çamurlu bir ayak izi.
Burnundan yağmur damlıyor 'Azrail'in.
Derken bir neyzen konuyor pervazıma.
Pervane ayı hedefliyor,
Bense dipsiz kuyuları.
Sırra bulanıyor ruhum.
Bedenim taşlaşırken,
İçimdeki putlar kırılıyor.
İnancını dar ağacına asacak bana,
Kavak yelleri engel oluyor.
Yapraklar uğulduyor,
Sazlıklarda bin çeşit nağme.
Biri çekiş vuruyor bir yerlerde.
Ve "ben" sema ediyorum,
Kalbim Şems yörüngesinde.
Bir hadisin gölgesinde;
"mûtû kable en temût"1
Ölmeden önce ölünüz!
Huuu, ya Hayy!
1 Sadettin Buluç, Şeyyad Hamza'nın bilinmeyen bir mesnevisi, Türkiyat mecmuası, XV (İstanbul 1969) , s.250-255

İnşirah



inşirah


tebriz'li bir adamın adına hutbeler okunuyor gönül mabedimde.
halbuki ben darül islamın fethine bile uğramamıştım zahirde.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Büyük Şehirde Küçük Sevdalar

Yalnızca İstanbul'da mı olur sanırsın aşkı ey şair!
Leylalar, Şirinler, Zühreler vesair...
Anadolu'mun toprak kokulu goncaları,
Boşuna mı yandı Mecnunlar, Fıratlar, Tahirler ve oncaları...

Hüzün martı kuşunda mıdır, deniz kenarında mı?
Hepsi aldatır adamı...
Mis kokusu bağlar seni yarin, parfümü değil,
Ar güder bir kadını, er değil!

Zaman hiçte su gibi akıp geçmiyor mirim!
Bildiğim, azap şişesinden damla damla içtiğim...
Şimdiki sevdalılar çok şanslıymış meğer.
Su gibi akıp geçmeyecekse zaman eğer,
Yarin gönlünde damla damla ölmeye değer...

Hayret



safa tepesinden yokuş aşağı...


cebelitarık bir limanda kays oldu adım
içinde gemiler olmayan denizler
damlalardan oluştuğuna inanmadığım okyanuslar
ve koca bir alem dedikleri bir hücreden
yedi adımda buluştum
hatta geçtim öldüğüm zaman
bir savaşa girdim solumda şeytan
hiçbir taşta yazmıyordu adım
ben her gün cehenneme giden
bir otobüsü kaçırıyordum
hayret!
*
iki deniz birleşir burda diyorlar
ben sana kavuşayım diyemezken
onlar denizleri ayırıyorlar
hayret!
*
ayrılık iki denizin
haberdar olmasıdır
birbirinden
*
şeker yara yapar ağzımda ismini
bir şair utanabilir artık benim yerime
vadi kararmadan bir pusu seçmelisin
vaad ettiğim hüznü şimdi hissedebilirsin
*
hüzne bulanmış yanların tadına ısındır beni
ki o cellattan maktule çevirir ismini
*
ben sen dedikçe onlar sen sandılar
ışıltılarını karart ki gözler bizden utanmasın
bir ıstakaya gizle hayallerini
sevdim dediğinde ayrılmaya başlar bütün menteşeleri
*
bir yahudi tutukluğuna sahip dillerim
bir yahudi gibi hem sevdim hem vazgeçtim...
sesli okuduğunda anlam kazanan bir şiirdir hayat
ne zordur bilir misin bir şairin bir kadını sevmesi
ne zordur bir kelimeye "sen"i sığdırmak
ve sen öyle susarken,
bir şeytanı şirke sokuyor azap.
hayret!

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Sevgili O!

Sıradanlığı oldumolası sevmemişimdir. Hayal edeceksem eğer, zirveden bir adım ötesine kayar ufkum ki gerçek aslında orada bir yerdedir. Ya ölüm ya düğünle biter her film, her _sözde_ gerçekten koparılmış kesit. Oysa ki ölümün en hayati özelliği kişinin en bilinmeze doğru aldığı ilk nefes, toprağa ilk cansız dokunuş olmasından ileri gelir. Ya da evlilik iki insanın beklenilen şekilde giyinip objektiflere attığı gülücükler değildir. Evlilik kendi başına karar verememe geriliminin tatlı tatlı damara verildiği başlangıçtır. Benim hayalime gelecek olursak, ben cam kenarında otururum her hangi bir motorlu taşıtın. O ise terminal, istasyon her ne haltsa orada bekler. İçim çatırdarcasına gülerim, yeni kırışıklıklarım olur tebessümümden ama motorlu taşıtım ondan beri hareket eder. Ya O yanlış yerdedir, ya ben ya da motorlu taşıtın şöförü. Ya da hayat denilen şey aslında budur. Bir düşünelim; her şey iyi gittiğinde mi kıyametli deyimler dilimize yapışır yoksa her şey üst üste kötüye gittiğinde mi? Ayrılmak kötü değildir ya aslında ama kötüdür çünkü beklentilerin dışındadır. Beklentilerimizi aslında beklediğimizin farkına varamayan genç dimağlarımız yeterince yoğun anlam yükleyemez kelimelere. Aslında kolay olandır iyi olan ya da iyi olan hep kolaydır. Peki ya kolay ne zaman toplumu kalıp kurabiye şekline sokan bir norm olmuştur?

Bana ayrılmak kolay gelir çünkü istediğin beklentiyi seçebilirsin bir sonraki buluşma için; diğer bir deyişle seçeneklerin çoğalır. Ya da ilahi bir güç halesinin gölgesi düşer kirpiklerine, daha yavaş gözlem yaparsın. Ağır çekim yaşarken hayatı nefes nefese karar verirsin çünkü % yüz artış ve hiçlik arasındaki çizgiyi çizecek tebeşir senin elini beyazlatır.

Leyla olmayı beklemedim ben hiç ama Sevgili O, senden ayrılıyorum.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

müslüman hüzün

yeni bir dünyanın her zaman eşiğinde sayılır insan.
ve bu yüzden ahir zamandır, herkesin yaşadığı zaman.
her şeyin, belirsizlik ilkesinden midir bilmem, birbirine girdiği, hatta birbirine girmeyen şeylerin de hususiyetle birbirine sokulmaya uğraşıldığı bir zamanda, bizlere "la" ile başlayan cümleler kurdurtmamaya çalışıyor zamanın efendileri.
toplumsal uyanışların birbirini izlediği yalanını bize yutturmaya çalıştıklarından beridir, dünya daha hızlı filan dönmüyor aslında; ama nedense insanlar daha hızlı ölüyorlar ve ne yazık ki daha mezara girmeden kefenleniyorlar hepsi.
demokrasi'nin post-modern zamanların zokası olabileceğini düşünemeyen bir "irfan nesli" yetişti gözümüzün önünde...
zamanın paradigmalarından dışarıya taşamayan, fikriyatı çorak topraklara düşen damlaların kaderine mahkum bir nesil...
bir millet olarak uyanışa geçme hayalleri kuran, ancak o milleti oluşturan fertlerin şahsiyetleriyle ilgilenmeyi nedense akıl edemeyen, zamanı geldiğinde ise Allah'ın gücünün her şeye yeteceği inancına sarılan ve fakat sünnetullah nedir bilemeyen, düşünemeyen, hatta bunu ırgalamayan bir nesil...

"kıtlık yıllarında medine'ye şam taraflarından bir kervan gelir. adet olduğu üzere kervan şehre yaklaştığında defler çalınarak karşılanır. bu sırada mescidde hz. peygamber cuma hutbesi okumaktadır. dışardan def sesleri gelince cemaat, on iki kişi hariç, kervanı karşılamaya gider."

bugün toplumsal bir inkişafın hayalini kuran kardeşler!
12 müslüman olduğunuz zaman, bunu elin alemin dümen suyuna gidecek bir tavra hasretmek yerine birbirinizin inkişafına vakfedin.
ne kendinizi kandırın, ne de sünnetullah'ın işleyişinden müteessir olun.
bu alem mesut olma yeri olsaydı, O'ndan başka bunu hakedenimiz de olmayacaktı.
O'nun ne yaşadığını görerek, hüznünüzü sevmeye gayret edin ki hüznünüz de sizi sevsin.
zira hüzün müslümandır, müslüman hüzün...

19 Temmuz 2011 Salı

T.C. Sorunu ile İlgili Düşüncelerim

Artık her Türk vatanseverine ve devlet tapınıcısına tek tek T.C. sorunu ile ilgili düşüncelerimi açıklamaktan ziyadesiyle yorulduğum için bu düşüncelerimi genel hatlarıyla bir yazıda toplamaya karar verdim. "Nasıl PKK'yı desteklersin! Nasıl Kürdistan kurulsun dersin!" diye çığıran tüm vatanperver arkadaşlara hazırda tuttuğum bu yazdıklarımı okutturacağım artık ve bence vakitten baya bir tasarruf etmiş olacağım. Çünkü şaşırırsınız, haritada görmek dışında Kürt coğrafyasıyla hiçbir ilişkisi olmamasına rağmen 14-15 yaşındaki çocukların bile PKK ve Kürt meselesiyle ilgili bir takım düşünceleri var. Ve evet sanırım konuya burdan girebiliriz. Bu arada yazının başlığından da anlaşılacağı üzere bu sorunun derin bir çözümlemesini yapacağımı iddia etmiyorum, sadece meseleyle ilgili kendi düşüncelerimi toplu bir şekilde ifade edeceğim.

14-15 yaşındaki çocuklar da dahil olmak üzere bu topraklarda yaşayan insanların çok çok büyük bir kısmı PKK ve Kürt meselesiyle ilgili görüş bildiriyor. Bu görüşler de pek tabii ki genelde anne, bacı vb. türevleri etrafında şekilleniyor. Geri kalan, kendiliğinden görüş bildirmeyen küçük kesimden de eğer siz görüş bildirmelerini isterseniz onların çok büyük kısmından da gene aynı eleştirel (!) düşünceleri duyuyorsunuz. Fakat mesele şurda, bu insanların yüzde biri dahi, sözgelimi Rojin Canan Akın ve Funda Danışman'ın hazırladığı Bildiğin Gibi Değil - 90'larda Güneydoğu'da Çocuk Olmak isimli kitabı okumuyor. Haberdar olmadığını düşünebiliriz, okuma gereği duymadığını da düşünebiliriz, fakat ben asıl olarak okumayı istemediklerini düşünüyorum. Öğrenme gereği duymadıklarını değil, kasıtlı olarak öğrenmek istemediklerini düşünüyorum. Zira öğrendikleri zaman, Kürtlerin barış için şimdi onları yapmaya zorladığı şeylerin çok daha fazlasını yapmak için vicdanları kendilerini zorlayacaktır. Pek tabii ki olanları öğrense dahi kendini suçlu hissetmeyecek kadar vicdanı kararmış insanlar da var. Az da değiller. Yine de onların da öğrenme gereği duymama durumundan çok öğrenmek istememe durumunda olduklarını düşünüyorum. En azından kendi çocuklarının yüzlerine bakabilmek için.

Devlet tapınıcılığı insanların ruhlarını emer. Çünkü bir devletin işlediği insanlık suçlarını taşımaya bir insanın gücü yetmez. Devletinin işlediği suçlar karşısında suspus olup bu suça ortaklık eden insan ruhunu kaybeder. O da artık devlet gibi bir mekanizma halini alır. Vicdanını bir kenara bırakır, devletin insanlar için var olduğunu unutur ve devletin bekasını kendi varlığını savunur gibi savunur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 90 seneye yakın süreli kısa tarihine muhteşem derecede fazla insanlık suçu sığdırmayı başarmış bir devlet. Fakat vatandaşları bununla da yetinmiyor, 600 yıl dünyaya hükmetmenin, İstanbul'u fethetmiş olmanın vs. gururunu yaşayabilmek için Osmanlı Devleti'nin işlediği insanlık suçlarını da üzerine alıyor. Sonuçta da ortada vicdanıyla ilişiğini kesmiş kocaman bir halk yığını var. Ve ben de Kürtler açısından artık bu halkla gerçek anlamıyla bir barış sağlanabilme ihtimalinin olmadığını düşünüyorum evet.

Halbuki PKK ve Kürt meselesi anlaşılması zor bir mesele değil. Tabii ki daha meseleye girerken PKK ile Kürtleri ayırmaya kalktığınızda meseleyi anlaşılmaz bir hale sokmuş oluyorsunuz. Halbuki Kürt halkının içerisinde PKK gibi bir hareketi doğurmak için yetip artacak kadar sebebi var, dolayısıyla PKK'yi Kürt halkından ayırmak anlamsız. Kolektif hafızası sıfıra yakınsayan bir halkın sadece şu güne bakarak "sırf kürtçe eğitim için adam öldürüyorlar" kanısına varması, Kürt coğrafyasında yaşamayan ve o coğrafyada neler yaşandığını öğrenmemekte direten kesimi için beklenilebilir bir durum. Halbuki PKK ortaya çıkmadan önce, çok uzak bir tarih de değil, 1970'lerde Sarı Hoca İsmail Beşikçi yalnızca Kürtlerin var olduğunu söylediği için ömrünün 17 senesini hapislerde geçirmek zorunda kalıyordu. Durum şu anda böyle değil, fakat böyle olmaması iyi olduğu anlamına gelmiyor. örneğin gene aynı İsmail Beşikçi'ye bu kez türkçe ismi Kandil olan Qandil dağını Kürtçe ismiyle, yani Q harfi kullanarak yazdığı için terör örgütü propagandası yaptığı iddiasıyla hapis istemiyle dava açılıyor. Ve çok daha açık ve ortada olan bir durum olarak, devlet Kürt çocuklarına bu ülkede Türk çocuklarıyla eşit şartlarda eğitim hakkı sağlamıyor.

İki çocuğa aynı eğitimi vermek, ikisine de eşit şartlarda eğitim vermek demek değildir. Bu çok basit bir şey. Örneğin bir Japon ve bir Alman çocuğu alıp bir okula yerleştirip her ikisine de Almanca eğitim verdiğinizde aynı eğitimi vermiş olursunuz fakat doğal olarak eşit şartlarda eğitim vermiş olmazsınız. Kürt çocuklarına kendi dillerinde eğitim vermeyip Türkçe eğitim verdiğinizde, devlet olarak en temel göreviniz olan vatandaşlarınızın eğitim hakkını sağlama görevinizi yerine getirmemiş oluyorsunuz. Kürt çocukları Türkçe bilmedikleri için okula başladıklarında anlatılanları anlamıyor, bir kısmı bu sebepten ötürü eğitimine kaynaştırma öğrencisi olarak devam ediyor, bunun sonucunda da ilköğretimi ancak toplama-çıkarma vb. işlemleri öğrenerek tamamlıyor, doğal olarak da orta öğretime devam edemiyor. Yani eğitim hakkı gaspediliyor.Keşke bu şekilde geri zekalıya anlatır gibi anlatmak zorunda olmasaydık. Yeni kapitalizm kültürünün doğal ve doğal olduğu kadar da insanlık dışı bir sonucu olarak günümüzde eğitimsiz insanlar ikinci sınıf insan muamelesi görüyor. Ve siz, devlet olarak bir halkı topyekün eğitimsiz bıraktığınızda açık bir şekilde o halka ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapmış oluyorsunuz. Üstelik artık aymazlığın da sınırına vararak tamamen kendi sorumluluğunuzu yerine getirmemiş olmanızdan kaynaklanan bu durumu sürekli bu halkın yüzüne vuruyorsunuz, utanmadan bu halkı eğitimsizlikle suçluyorsunuz. Bu durum anne ve babalarda da görülebilir. Örneğin şişman bir çocuğa sahip bir anne veya baba, yabancı bir insanın yanında karşı taraf bu konuyu açmadan çocuğunun şişmanlığından bahseder. Bunu önce kendisi söyler çünkü bu şekilde kendisini meselenin dışına çıkarabileceğini düşünür. Devlet de bunu yapıyor, durmadan Kürt halkını eğitimsiz olmakla suçluyor ve kendisini bu sorunun dışına çıkarmaya çalışıyor. Düpedüz haysiyetsizlik. Evet, devletler genel itibariyle haysiyetsizdir.

Donanımlı (!) Türk vatanseverlerinin ağzından düşürmediği bir başka konu da Kürt hareketinin dışardan desteklendiği, hatta dışardan bir takım müdahelelerle ortaya çıktığı. Burda bunun böyle olmadığını kanıtlamam mümkün değil, kesinlikle buna inanmadığımı söyleyebilirim, fakat kanıtlayamam. Ama şunu sorabilirim, bu neyi değiştirir? Cevabını da verebilirim: hiçbir şeyi. Bu ne ortada bir hak gaspı olduğu gerçeğini değiştirir ne de çözüm için yapılması gereken şeyleri. Eğer ırkçı bir dünya görüşüne sahip değilseniz bir halkın ırksal olarak ayrılık çıkarmaya, isyan etmeye, ortalığı karıştırmaya yatkın olduğunu düşünemezsiniz. Dolayısıyla herhangi bir halk, dışardan birilerinin dürtmesiyle yaşadığı yeri cehenneme çevirmeye karar vermez. Ya zaten cehennemde yaşıyordur, ya da cehennemde yaşamayı göze alacak kadar eziliyordur. Birincisi ikincisini de kapsıyor ve Kürdistan'daki durum da bu. Yani eğer ırkçı bir dünya görüşüne sahip değilseniz, Kürt hareketinin dışardan birilerinin fişteklemesiyle ortaya çıktığına inansanız dahi, ortada Kürt halkına yapılmış büyük haksızlıklar olduğunu kabul etmeniz ve dolayısıyla meselenin çözümünü de Kürt hareketini ortadan kaldırmakta değil, bu hak gaspına son vermekte aramanız gerekir. Fakat aramıyorsunuz. Niye aramıyorsunuz? Ona da geleceğim.

Türk halkının PKK'ye düşmanlığının sadece "şehit" meselesiyle alakalı olmadığı kesin. Devletin bu konuda da, pek çok konuda olduğu gibi medya aracılığıyla yaptığı büyük bir manipülasyon daha var. Durmadan devletin "doğu"da "terör" dolayısıyla çok yüklü askeri harcamalar yaptığı söyleniyor, milyar dolarlar hesaplanıp duruyor, devletin ekonomisinin gelişememesi ve dolayısıyla halkın refah seviyesinin düşük olması bu askeri harcamalara bağlanıyor, ve halk aslında bu "terör" durumu olmasa ekonomik olarak çok daha rahat yaşayacağına inandırılıyor. Halk zaten sefaletinin hesabını devlet dışında herhangi bir yerden sormaya ziyadesiyle eğilimli. Halbuki bu bir yalan. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kurulduğundan beri her zaman Kürt coğrafyasında büyük bir askeri güç bulundurmuş ve dolayısıyla yüklü askeri harcamalar yapmıştır. Bunu yapmak durumundadır çünkü cumhuriyetin resmi ideolojisinin en temel meselelerinden biri Kürtleri yok etmektir. Yok etmekle direkt olarak öldürmeyi kastetmiyorum fakat öldürmek de buna dahil tabii ki. Bu temel ideoloji, ilk basamak olarak Kürt kimliğini yok etmek, ikinci basamak olarak da Kürt kimliğinde diretenleri ezmek, hapishanelerde çürütmek ve katletmek şeklinde işliyor. Devletin Kürt coğrafyasında binlerce faili meçhul cinayet işlediğini artık konuyla en ilgisiz vatandaşlar bile biliyor. Bu da ilginç. Yani iki açıdan. Birincisi, evet, devletlerin hiçbir zaman yasadışı olamamalarının yanında bir diğer doğaüstü özelliği de faili meçhul cinayetler işleyebilmeleridir. Devletler dışında hiçbir güç bunu yapamaz. Diğer ilginç olan ise askerler hayatını kaybettiğinde bu "insan ölümleri"ne inanılmaz derecede duyarlı yaklaşan halkın devletin işlediği cinayetleri artık çok net bir şekilde biliyor olmasına rağmen bunları çoğunlukla gerçekten hiç umursamıyor olması. Bana göre, halkın neredeyse fire vermeden PKK'ye düşman olması için "insan ölümleri" tam olarak yeterli değildi, dolayısıyla ekonomik durumları da PKK'yle ilişkilendirilmeliydi. Ve öyle de oldu.

Son olarak bir de Kürtlerin aslında PKK/BDP'nin savunduğu haklarla ilgilenmediğini iddia eden bir takım Türk nihilistleri var. Kendileri mesela Kürt halkının eğitim hakkı gaspedilmiş olmasına rağmen bununla ilgilenmediğini düşünüyor ve dile getiriyorlar. Bir takım da gerekçeleri var. Örneğin Kürtçe kurslarının açılmış ve ilgisizlikten dolayı pek çoğunun kapanmış olması. Birincisi, bu konuda en yüzeysel bilgiler dışında bilgi sahibi değiller, ikincisi de "eğitim" meselesini hiçbir şekilde anlamış değiller. Kürtçe kursları pek tabii ki var olması gereken şeyler. Fakat Kürtçe kursu açmak, Kürt meselesinin çözümü açısından binde bir ilerlemeyi ancak sağlayabilecek bir adım. Kürtçe bilen ve bu yüzden Kürtçe eğitim almak isteyen insanlar neden Kürtçe kursuna gitsin? Hiçbir anlamı yok. Kürtçe kurslarının küçük yaştaki Kürt çocuklarına dillerini erken yaşta daha iyi öğrenmeleri açısından bir faydası olabilirdi, tabii ki ilköğretim çağındaki Kürt çocuklarına bu kurslara kaydolmak yasak olmasaydı. Kürtçe eğitim meselesini anlamak zor değil. Kürt çocukları Kürtçe konuşuyorlar, çünkü dilleri bu, basit, ve devlet bu çocuklara eğitimi kendi dillerinde vermek zorunda. Ben resmi bir üst dil olarak Türkçe'nin sabit kalmasına da karşıyım, Kürt halkı Türkçe'yi öğrenmek zorunda değil. Anadilinde eğitime karşı olduğunu söyleyen insanlar bunu gerekçelendirirken Kürtlerin Kürt coğrafyası dışında bir yerde çalışmak ve yaşamak istediklerinde büyük zorluklar çekeceğini söylüyor. Pek çoğunun şehirlerinde Kürtlerin varlığından rahatsız olduklarını açık bir şekilde dile getiren insanlar olmalarını bir kenara bırakıp bu endişelerinde samimi olduklarını düşünsek bile bunu inanılmaz büyük bir problemmiş gibi öne sürmeleri anlamsız. Kürtçe eğitim gören bir insan Kürt coğrafyası dışında çalışmaya ve yaşamaya karar verdiğinde Türkçe öğrenebilir. Veya zaten halihazırda Kürt coğrafyası dışında çalışıyor ve yaşıyor olan Kürt vatandaşların çocukları okullarında yabancı dil dersi olarak Türkçe alabilir. Aynı şekilde, bir Türk vatandaş da eğitimini Türkçe aldıktan sonra Kürt coğrafyasında çalışmaya ve yaşamaya karar verirse Kürtçe öğrenmek durumunda olur. Burada bir kırılma noktası var. Bunu duyan bir Türk vatanseveri şu soruyu sordu: "Kendi dilim kendi ülkemde yaşamaya yetmeyecek mi?" Bu insan bu soruya kadar gelebildi. Eğer bu insanın gözü kendinden başka birini de görebiliyor olsaydı, bu soruyu sorduktan sonra her şey çözülmüş olacaktı. Ama gözü kendinden başka birini görmüyor. Ve bu yüzden bu soruyu sormuş olmasına rağmen hiçbir şey çözülmedi. Bir insanın gözü kendinden başkasını görmüyorsa ve bu insan haksızlık yapan tarafta duruyorsa onunla hiçbir şekilde "gerçekten barış"amazsınız. Dolayısıyla ben bağımsız Kürdistan'ın kurulmasından başka bir çözüm görmüyorum. Fakat pek tabii ki Kürt hareketine bu konuda akıl verecek durumda da değilim. Bana düşenin her halukarda onlarla birlikte mücadele etmek olduğunu biliyorum.

15 Temmuz 2011 Cuma

Does An Apple Have To Love You Because You Love It?

In first place, I want to expand the title into two questions. How an apple shows its love? And what the lover of apple may expect a lover apple to do as respondent? Think an apple that has an attractive color dark red, light yellow or sour green with cute spots on it. Appearance, fragrance can be a way for apple to show its love and in fact this is the cause for lover to be in love with. This finds an expression in the statement “Aşk odu evvel düşer maşuka andan aşıka.” of Fuzulî. Admirer does love the apple because of already existing fire of love. So, lover should not expect more than seeing, smelling. However, some lovers ask further. They want to disturb that apple and pluck it from its branch. The branch is what apple resides in and is nourished, watered by. They separate apple from the branch of the tree in which fellows of the apple live. Then, they want to taste that apple, to feel its sweet or sour, add it into their body and stir its juice and glucose to their blood. They convert that apple to energy, pulp and a part of their entity.
If we skip to humane love, its sparkle is fired by seeing beloved and then grows up in heart. According to my perception of love, admirer wants sweetheart to be always in peace. Admirer is afraid of hurting beloved, so cannot force beloved to love him/her. For lover seeing beauty, catch sweetheart’s eye is enough; lover should not urge further response.
This is a reality that lover wants to be noticed by beloved. When the lover reveals his/her love, it is the decision of sweetheart to deign response. The lover who attains any grace must consider himself/herself lucky, should be conscious of favor and appreciate it. Reciprocal love is, of course, a beautiful thing. It gives more strength, energy, happiness, and cheer to love. Admirer wonders about beloved, this makes easier to get wind of beloved. This also provides chance to talk love, to tell feelings, to share suffering of love. Then the nights start lasting longer which ustad Fuzulî says:
“Şeb-i yeldada uzar fecre kadar kıssa-yı aşk
Ta ki Mecnun bitirir nutkunu Leyla söyler”
Apart from all these, some admirers believe their loves grow and maturate with missing, keeping away, separation, turning the knife to retain love fresh and to appreciate value of being closer. Rumî recites:
“Sîne hâhem şerha şerha ez firâk
Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyâk”
When we back to apple matter, I think the question in the title is asked in order to emphasize that beloved doesn’t have to love you. If not, it is an unfortunate question. There is a single sided love that you love something. Admirer doesn’t quit loving because apple or sweetheart doesn’t answerback. We can say that admirer loves independent of beloved’s response. However this “platonic love” shouldn’t happen selfishly. Admirer cannot despise beloved since his/her wonderful, deep love is not responded. Furthermore, when admirer gets response from beloved, he/she cannot compare his/her love to beloved’s. Because lover only loves, admire, follows, wonders beloved. And Zeynep Arkan inquires in her gorgeous verse:
“Hey gözleri doğuştan sürmeli aşk
Sürmeni kim milledi?”
which refers to Turkish saying “love is blind” meaning lover doesn’t notice any fault of inamorato. Even some approve that love ends when lover starts to see imperfections of beloved. As a result, love is a kind of obsession, disease affecting only lover that doctors are not able to cure but remedy is love itself. I want to end with a line from ustad Fuzulî:
            “Aşk imiş her ne var alemde.”

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Sanchez ve Ramirez – 2



Yollar uzun. İstikamet güzel dünya lakin kilometrelerle ölçülemez Sanchez ve Ramirez’in kutsal yolculuğu. Sağa mı sapılacak, sola mı sapılacak? Allah kimseyi yolundan saptırmasın. O zaman düz devam etmek gerek. Peki düz devam etmek doğru yolda ilerlemek demek midir? Hayat karmaşasında hiç mi bir şey garanti değildir yahu?!

-         Nereye gidiyoruz Ramirez?
-         Ne önemi var ki?
-         Yeterince uzaklaştım mı ondan Ramirez? Neden hala çözülmedi boğazımdaki düğümler?
-         Bu yolda yürürken döktüğün terlerle bir hasret ağacı büyütemediysen yeterince uzaklaşamadın demektir Sanchez.
-         Nerde benim ağacım Ramirez?
-         İçinde Sanchez. Eğer göremiyorsan yeterince büyümemiştir. Daha yolumuz var.
-         Neden göremiyorum Ramirez?
-         Çünkü henüz küçük bir fidan Sanchez. Büyüdükçe içine sığmayacak ve zamanı gelince dışarı çıkacaktır. Meyvesinden yiyeceksin ve onu tamamen unutacaksın artık sevgili dostum.
-         Sahi mi Ramirez, unutabilir miyim onu?
-         Hasret ağacının meyvesinden yediğinde anlayacaksın beni Sanchez.
-         Anlaşılan bu hasret beni öldürecek Ramirez.
-         Ölmeden kurtulamazsın sevgili dostum.

Yıllar ve yollar… Ne kadar benziyorlar. Her ikisi de yoruyor insanı. Her ikisine de bir şeyler bırakıyor insan. Bir şeylerden vazgeçmek, bir şeyleri unutabilmek ve kurtulabilmek…
Sanchez’in iliklerine kadar işleyen bu aşka ne yollar nede yıllar çaredir. Terk edildiği günden beri hayatın anlamını sorgulamaya başlamıştır. Kimse derdine derman olamaz. Kimse onun dilinden anlayamaz. Bunu öğrenen Ramirez yardımına koşmuştur biricik dostunun.

-         Hatırlıyorum da Ramirez ne çok severdi beni.
-         Biliyorum Sanchez.
-         Hüzün birikti gözlerimde Ramirez. Uzaklaş buradan boş bir havuzun içerisindeyim ağlarsam boğulursun.
-         Uzaklaşırsam sende boğulursun Sanchez seni kurtarmak için yanındayım.
-         Şiirden balıklarım var benim Ramirez. Duygularını sömürür her biri. Onlar yaşasın diye ağlıyorum Ramirez. Ben yaşayamam bu hüzün denizinde onlar yaşasın Ramirez.
-         Gidelim Sanchez yolumuz uzun sevgili dostum.
-         Gidelim Ramirez gidelim. Hatıralarım yeminiz olsun benim güzel balıklarım. Umarım hepinize yetecek kadar vardır…

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Sanchez ve Ramirez - 1

Sanchez şizofreni hastası bir kişiliktir. Hayali dostu Ramirez’le yaşadıklarını dile getireceğiz serilerimizde. Bir insanın yalnızlıktan, ihanetlerden, terk edilişlerden ve dünyanın bozuk düzeninden fazlasıyla nasibini alması sonucunda ruhani durumunun nasıl etkilendiğini göstereceğiz. Deli olmanın belki de çokta kötü bir şey olmadığını göreceğiz…
İnsanın yalnızlığına rağmen ruhunun derinliklerinde yatan sadık dostunu hayali bile olsa bulabilmesinin güzelliklerini göreceğiz…

-         İnsanlar neden mutlu böyle Ramirez? Neden mutlular Ramirez? Bir yerlerde bir sokak çocuğunun sefalet içinde yaşadığını bilmiyorlarmış gibi davranıyorlar. Düşün Ramirez, bir fabrika işçisi var ve ailesine bakmak zorunda. O yüzden aldığı üç kuruş maaşından dolayı patronuna “ yeter artık!” diyemiyor. Ve alçak patron bunun farkında biliyor musun Ramirez? Bu yüzden her türlü eziyeti ediyor o işçilere. Tekrar soruyorum Ramirez, insanlar neden mutlu? Tüm bunların farkında değiller mi? Söyle Ramirez söyle değerli dostum!
-         Sanchez! Unutma biz Hansel ve Gratel gibi kaybolmuş kardeşleriz. Yolumuzu kaybettik. Neden kaybettik bilmiyor musun? Artık yaşanılacak bir dünyada bulunmuyoruz Sanchez. O yüzden geçmişimizden gelen izleri takip ederek güzel bir dünya arıyoruz kendimize.
-         Neden benimle geliyorsun Ramirez? Git artık ben yalnızlık damlalarının koca bir deniz oluşturduğu yerde kulaç atıyorum.
-         Gidemem Sanchez. Ben senin aklındayım çünkü. Her aklına geldiğimde yanında olacağım o yüzden gidemem. Evim barkım sensin. Unutma Sanchez ben sende yaşıyorum. Gitsem bile yine sende olurum sevgili dostum.
-         Ne yapalım Ramirez. Bizde mutlu görünelim mi onlar gibi? Bana deli demelerinde sıkıldım. Belki onlar gibi davranırsak bizde normal oluruz ne dersin Ramirez?
-         Olamayız Sanchez. Çünkü o sokak çocuğu hala sokakta. O işçi hala işçi. O patron hala işkenceci. Kalbin dayanır mı Sanchez? Sessiz kalabilir misin?
-         Kalamam Ramirez.
-         Kalma Sanchez kalma sevgili dostum…

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Gülümsetir

O'na, sadece O'na...

ben çocuktum şeyhim ağlıyordu.
sokaklarımızda oynanabiliyordu giderayak,
bizler her akşam evlerimizde uyuyorduk.
ben çocuktum hayali bir şeyhim vardı.
geceleri bana kısa öyküler anlatıyordu.
ben gülüyordum ama şeyhim ağlıyordu.

bir yerlerde bilge kral diye biri...
evladıymış bize çok merhameti olan birinin.
merhamet nedir diye soramıyorum. 
çünkü merhametsizlik nedir bilmiyorum.
ben böyle sessizce dinliyorum.
şeyhim seslice ağlıyor, üzülüyorum.
üzülmeyi her nasılsa biliyorum.
şeyhler hüzünlendirmek içindir,diyor
ferahlıyorum.

ne zaman yıkıldıysa ömerin kapısı,
-kim ne için yıktıysa artık-
O'ndan beridir ağlıyorum, diyor şeyhim
bu bana inandırıcı gelmiyor aslında,
hayali bir şeyh kadar inandırıcı oluyor gece.
kelli felli adamlar çıkıyor isimleri hatırsız,
büyük yalanlar söylüyorlar,
inanmıyorum.
ben çocuğum ama inanmıyorum.
kandan bahseden cümleler hatırlıyorum.
biri adalet diyor, 
ömer ve ali ve O...

zülfikâr diye bir şeyden çok korkuyorlar.
zalim diye bir kelime öğretiyor bana şeyhim.
"adaletten başka verecek bir şeyimiz yok"muş onlara.
uykusuzluk şaşırttı sanıyorum şeyhimi,
ya benim küçüklüğümü unuttu,
ya kendi şeyhliğini...
O, diyor benden çok ağlamıştır şimdi.
gülümsetiyor bu itiraf beni.
O gülümsetir diyor şeyhim.
O gülümsetir...

18 Haziran 2011 Cumartesi

Bir kızılderili şefinin abd başkanına yazdığı mektup *

1854 yılında a.b.d. başkanı yazdığı bir mektupla amerikaya gelen beyaz göçmenlere toprak bulmak amacıyla kızılderililerden toprak istemiş ve "bu isteği kabul edilecek olursa, kızılderililere rahatlıkla yaşayabilecekleri bir bölgenin ayrılacağını bildirdiği mektuba karşılık topraklarının büyük bir bölümü zaten beyazlar tarafından zorla ellerinden alınmış olan kızılderili reisi seattle bir söyleviyle a.b.d. başkanına yanıt olarak gönderdiği mektuptur.

mektubun tam metni:

yüzyıllardir halkımın üzerine merhamet gözyaşlari döken şu sonsuz gökyüzü bir gün değişebilir.
bugün açık gözüken gökyüzü yarın bulutlarla kaplanabilir.
sözlerim, asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir.
şef seattle her ne söylerse, washington'daki büyük şef ona, güneşin ya da mevsimlerin dönüşüne inandığı ölçüde inanabilir.
washington'daki büyük şef bize dostluk ve iyilik dilekleriyle birlikte bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildirmiş.
onun, bizim arkadaşlığımıza çok fazla ihtiyacı olmadığını biliyoruz. 
merak ediyoruz ki; gökyüzünü ve toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilir ya da satabilirsiniz?
bunu anlamak bizler için çok güç.

bir zamanlar insanlarımız bu topraklara tıpkı rüzgarda kıvrımlanan deniz dalgalarının kabuklu kuru yüzeyleri kapladığı gibi yayılmışlardı.
çok uzun zaman geçti ve o büyük kabileler artık hüzünlü bir anı oldu.
bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır.
çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır.

ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız.
beyazlar için durum böyle değildir.
bir beyaz, öldükten sonra yıldızlar alemine göç ettiği zaman, doğduğu toprakları unutur.
bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz.
çünkü kızılderili, gerçek anasının toprak olduğuna inanır.

washington'daki büyük beyaz reis bizden toprak almak istediğini yazıyor.
bu bizim için büyük bir fedakarlık olur.
büyük beyaz reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor.
bu önerinizi düşüneceğiz.
ama yine de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim.
çünkü bu topraklar bizim için kutsaldır. 

nehirlerin ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir;
atalarımızın kanıdır aynı zamanda.
bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza öğretmeniz gerekecek. 

biz nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz. siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize? 

biliyorum, beyaz adam bizim gibi düşünmez.
beyazlar için bir parça toprağın diğerinden farkı yoktur.
beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder.
çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır.
beyaz adam topraktan istedigini alınca başka serüvenlere atılır. 

beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar.
o'nun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve herşeyi yiyip bitirecektir. 

beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz kızılderililer.
bu kentlerde huzur ve barış yoktur.
beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. 

belki bir vahşi olduğum için anlayamıyorum ama, benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka.
insan bir su birikintisinin etrafına toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne değeri olur? 

bir kızılderiliyim ve anlamıyorum.
biz kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz.
çam ormanının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz. 

hava önemlidir bizim için. ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar.
beyaz adam için bunun da önemi yoktur.
ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir.
çocuklarınıza havanın kutsal olduğunu öğretmeniz gerekir.
hem nasıl kutsal olmasın ki hava? atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini onun sayesinde almışlardır.
ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı? 

toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğiz.
eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var:
beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. 

ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum.
yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffalo gördüm.
beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları sadece eğlenmek için.
dumanlar püskürten bu demir atın bir buffalo'dan daha değerli olduğuna aklım ermiyor.
biz sadece yaşayabilmek için avlardık buffalo'ları.

bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz?
canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize.
unutmayın, bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır. 

şu gerçeği iyi biliyoruz:
toprak insana değil, insan toprağa aittir.
ve bu dünyadaki herşey, bir ailenin fertlerini biribirine bağlayan kan gibi, ortaktır ve biribirine bağlıdır.
bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır.

bildiğimiz bir gerçek daha var:
sizin tanrınız bizimkinden başka bir tanrı değil.
aynı tanrının yaratıklarıyız.
beyaz adam bir gün bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu farkedecektir.
siz tanrınızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz.
ama hepimizi yaratan tanrı için kızılderili ile beyazın farkı yoktur.
ve kızılderililer gibi tanrı da toprağa değer verir.
bu toprağa saygısızlık, tanrının kendisine saygısızlıktır.

beyaz adamı bu topraklara getiren ve kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücünü veren tanrının adaletini anlayamıyoruz.
tıpkı buffalo'larin öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlamadığımız gibi.
bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağlari örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. işte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak.

gündüz ve gece bir arada olamaz.
kızılderililer her zaman beyazlardan tıpkı sabah sislerinin güneşten kaçtığı gibi kaçmışlardır.
bütün bunlara rağmen, teklifinizi tartışacağız.
ve umuyorum ki, halkım bunu kabul edecek ve büyük beyaz şef'in vaadettiği üzere beraber barış içinde yaşayacağız.

böylece ay birkaç kez daha doğacak, bir kaç kış daha geçecek.
bu geniş topraklara yerleşmiş ve mutluluk içinde yaşamış olan neslimiz, daha önce bizden daha güçlü ve daha umut dolu yaşamış insanlarımızın mezarları başında yas tutacaklar.
ama, niye insanlarımın kaderi için yas tutayım ki?
tıpkı deniz dalgaları gibi kabileler kabileleri, uluslar ulusları takip ediyor.
bu doğanın düzenidir ve teessüf gerekmez.
yok oluşumuz çok uzak olabilir ama kesinlikle bir gün gerçekleşecek;
son kızılderili yok olup, kabilemin hatıraları beyazlar için bir tarih olduğunda, bu kıyılar kabilemin görünmez cesedleriyle kaynaşacak.
çocuklarınızın çocukları kendilerini bir dükkanda, bir yolda, boş bir yerde yalnız olarak düşündüğünde aslında yalnız olmayacaklar.
dünyanın hiçbir yerinde tamamen ıssız bir yer yoktur.
geceleri, şehir ve kasabalarınızın caddeleri boşalmış gibi görünse de, aslında, bir zamanlar oralarda yaşamış ve bu güzel toprakları gerçekten seven ruhlarla dolu olacaktır.
beyaz adam asla yalnız kalamayacaktır.
beyaz adamın, benim insanlarıma saygı göstermesini sağlamalısınız, çünkü; ölüler güçsüz değildir.
ölü mü dedim? 
... ! 
ölüm diye birşey yoktur ki, sadece dünya değiştirir insan.

şef seattle, 1854


* http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=1801533  adresinden kopyalanmıştır.