Uzun
zamandır kendimi sorgulama peşindeyim. Ve bu sorgulama süreci dile bir kelepçe
vuruyor ki; tüm konuşmalar içe dönsün diye…
Yazmak
fiiline gem vurululalı beri el kalem tutmaz, sözcükler kağıda akmaz oldu.
Dolunca boşalmak isterdim; ama dolup dolup boşalmalar kendi devinimini içte
devam ettirmeye başladı. Epeydir acıları ortaya döken, usul usul anlatan bir
kitapla karşılaşamıyordum. Bu durum beni okuma ve yazmaya karşı biraz
küstürmüştü.
Neyse ki bu
durum çok uzun sürmedi, keşif yeniden açılmıştı. Ben acılar toplamayı seviyordum.
Başkasının acılarını, toplumların acılarını… Acılarla besleniyordum adeta.
Müziğin hüzünlüsünü, kitabın karakterinin iç dünyasındaki buhranlarını,
sıkıntılarını, dışı ile içi arasındaki ikilemlerine şahit olmayı seviyordum.
Başkalarının hüzünlerine ortak olduğumda, kendimi olgunlaşmış hissediyor, o
acılarla var oluyordum. Aşırı sevinç bana göre değildi.
Savaş
mağduru çocukların gözlerine çöküp yerleşmiş
olan hüzün, kader vurgunu gençlerin sevdikleri tarafından
terkedildiklerinde hissettikleri karamsarlık,
kavuşamamış aşıkların yaşadığı hicran, fakirlerin boğazlarında düğümlenen yoksunluk duygusu, hastaların
pamuk ipliğine bağladığı umutları, kötürümlerin asla yanlarından
ayıramadıkları eksiklik hissiyatları, mahrumiyet
bölgesindeki halkların ezilmişlikleri, çektikleri ızdırapları, sıkıntıları;
inleyen bir keman sesinde, içli bir rebab tınısında, kalbin hüznünü perçinleyen
bir ud taksiminde bulmak müzik ve
hayatın iç içe geçtiğinin en güzel örneğiydi.
Toplumun konuştuğu
dile yansıyan hüzünler; ‘Kaplumbağalar
Da Uçar’ filmini alt yazılı izlemenin
verdiği hüznü dublajın verememesi, Sareri Hovin Mernem’i dinlerken aldığım
tadı, güftenin çevirisini okuduğumda
bulamamam, halkların yaşamlarındaki izlerin; müziğe, sese, dile, kültüre
yerleşmiş olmasındandır.
Bu hüzün;
andan zevk almayı engelleyecek kadar melankolik değil; daha çok zuhurdaki hüzün tarafını hissetmeye
çalışarak, yaşananı kalbe dokunan yönüyle
benimsemektir.
Kitaplarda
da bu durum geçerlidir. Her daim içinde hüzün barındıran satırlar beni alır
götürür. Kitap okurken onun içinde
kaybolup bu dünyayla iletişimimin kopmasını sevmişimdir her zaman. Bu kitabın
ne kadar sürükleyici olduğunu, çaba
harcamadan kitabın içine girebildiğimi gösterir.
Hüzün; her
daim içimizde var olan ama; onu yok saymak için olabildiğine çabalar
harcadığımız hüzün, ne yapıp edip en zayıf noktadan dışarı sızarak bizi kendine katıp karıştırır. Tüm uğraşlara
rağmen; dünyaya delicesine kaptırmışken;
aniden hatırlatır kendini. Varoluşsal yalnızlığıdır bu kişinin. Asla kabullenmek
istemediği. Ötelere özlemin şimdiye yansımasıdır. Ötelere kavuşamamanın verdiği
bu hüzün; gerçek sahibimizle bir
olamamanın, O’ndan ayrı düşmenin ıstırabıdır.
Bulutların gidişini
izlemeyi, denizlerin ufuklarını seyreylemeyi sevişim belki o sonsuzluğa doğru
gitmeyi isteyişimdendir. İsmet Özel’in uzaklara ve atlara hayranlığı sonsuza ulaşma arzusunun bir tezahürü değil midir? Bir de aşağıdaki şiirde Özel’in ötelere gitme hazırlığına hayranım
ben de…
Mataramda Tuzlu Su/ İsmet Özel
Mataramdaki
suya tuz ekledim, azığım yok
Uzun
yola çıkmaya hüküm giydim.
Bir
hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum
Görenler
üstünde iyi duruyor derdi her bakışta
Askerken
kantinden satın aldığım cep aynası
Bazı
geceler çıkarken
Uçarı
bir gülümseyişle takındığım muşta
Gibi
lükslerim de burda kalacak
Siparişi
yargıcılar tarafından verilmiş
Bu
hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya
Taşımamı
yasaklayan belgeyi imzaladım
Burada
bitti artık işim, ocağım yok
Uzun
yola çıkmaya hüküm giydim.