29 Mayıs 2015 Cuma

MATARAMDAKİ SU

Uzun zamandır kendimi sorgulama peşindeyim. Ve bu sorgulama süreci dile bir kelepçe vuruyor ki; tüm konuşmalar içe dönsün diye…
Yazmak fiiline gem vurululalı beri el kalem tutmaz, sözcükler kağıda akmaz oldu. Dolunca boşalmak isterdim; ama dolup dolup boşalmalar kendi devinimini içte devam ettirmeye başladı. Epeydir acıları ortaya döken, usul usul anlatan bir kitapla karşılaşamıyordum. Bu durum beni okuma ve yazmaya karşı biraz küstürmüştü.
Neyse ki bu durum çok uzun sürmedi, keşif yeniden  açılmıştı. Ben acılar toplamayı seviyordum. Başkasının acılarını, toplumların acılarını… Acılarla besleniyordum adeta. Müziğin hüzünlüsünü, kitabın karakterinin iç dünyasındaki buhranlarını, sıkıntılarını, dışı ile içi arasındaki ikilemlerine şahit olmayı seviyordum. Başkalarının hüzünlerine ortak olduğumda, kendimi olgunlaşmış hissediyor, o acılarla var oluyordum. Aşırı sevinç bana göre değildi.
Savaş mağduru çocukların gözlerine çöküp yerleşmiş  olan  hüzün,  kader vurgunu gençlerin sevdikleri tarafından terkedildiklerinde hissettikleri karamsarlık,  kavuşamamış aşıkların yaşadığı  hicran, fakirlerin  boğazlarında düğümlenen yoksunluk duygusu,  hastaların  pamuk ipliğine bağladığı umutları, kötürümlerin asla yanlarından ayıramadıkları eksiklik hissiyatları,  mahrumiyet bölgesindeki halkların ezilmişlikleri, çektikleri ızdırapları, sıkıntıları; inleyen bir keman sesinde, içli bir rebab tınısında, kalbin hüznünü perçinleyen bir ud   taksiminde bulmak müzik ve hayatın iç içe geçtiğinin en güzel örneğiydi.
Toplumun konuştuğu dile yansıyan hüzünler;  ‘Kaplumbağalar Da Uçar’ filmini alt yazılı  izlemenin verdiği hüznü dublajın verememesi, Sareri Hovin Mernem’i dinlerken aldığım tadı,  güftenin çevirisini okuduğumda bulamamam, halkların yaşamlarındaki izlerin; müziğe, sese, dile, kültüre yerleşmiş olmasındandır.
Bu hüzün; andan zevk almayı engelleyecek kadar melankolik değil; daha çok  zuhurdaki hüzün tarafını hissetmeye çalışarak,  yaşananı kalbe dokunan yönüyle  benimsemektir.
Kitaplarda da bu durum geçerlidir. Her daim içinde hüzün barındıran satırlar beni alır götürür.  Kitap okurken onun içinde kaybolup bu dünyayla iletişimimin kopmasını sevmişimdir her zaman. Bu kitabın ne kadar sürükleyici olduğunu,  çaba harcamadan kitabın içine girebildiğimi gösterir.
Hüzün; her daim içimizde var olan ama; onu yok saymak için olabildiğine çabalar harcadığımız hüzün, ne yapıp edip en zayıf noktadan dışarı sızarak  bizi kendine katıp karıştırır. Tüm uğraşlara rağmen;  dünyaya delicesine kaptırmışken; aniden hatırlatır kendini. Varoluşsal yalnızlığıdır bu kişinin. Asla kabullenmek istemediği. Ötelere özlemin şimdiye yansımasıdır. Ötelere kavuşamamanın verdiği  bu hüzün; gerçek sahibimizle bir olamamanın, O’ndan ayrı düşmenin ıstırabıdır.
Bulutların gidişini izlemeyi, denizlerin ufuklarını seyreylemeyi sevişim belki o sonsuzluğa doğru gitmeyi isteyişimdendir. İsmet Özel’in uzaklara ve atlara hayranlığı  sonsuza ulaşma arzusunun bir  tezahürü değil midir?  Bir de aşağıdaki  şiirde Özel’in ötelere gitme hazırlığına hayranım ben de…
Mataramda Tuzlu Su/ İsmet Özel
Mataramdaki suya tuz ekledim, azığım yok
Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.
Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum
Görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta 
Askerken kantinden satın aldığım cep aynası
Bazı geceler çıkarken
Uçarı bir gülümseyişle takındığım muşta
Gibi lükslerim de burda kalacak
Siparişi yargıcılar tarafından verilmiş
Bu hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya
Taşımamı yasaklayan belgeyi imzaladım
Burada bitti artık işim, ocağım yok

Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

isminizi ya da mahlasınızı belirtmediğiniz sürece yorumlarınızın yayınlanmama ihtimali vardır.